TC.
OSMAN
TÜRKOĞUZ
|
|
TV. İZMİR;28 Aralık 2014.
BİRGÜN DOSTLUK, HERGÜN
DÜŞMANLIK!
SİZLER, HİÇ KENDİ KENDİSİNİ TEKZİP EDEREK YALANLAYAN BİR LİDER
GÖRDÜNÜZ MÜ?!OKUDUNUZ VE DUYDUNUZ MU?”BİR GÜN KÜS BİR GÜN BARIŞIK!SÖVMEYE
HAKARETE SÜREKLİ ALIŞIK:O ZAMAN SAYIN RECEP TAYYİP ERDOĞAN BEYİMİZİ İYİCE
İZLEMELİSİNİZ.”
24Ekim 2012 tarihinde, Türk Dili üzerine bir konuşma yapmıştı:
“Diller arasında bir ayırıma gitmek, açık söylüyorum ırkçılıktır.
Zaman, zaman söyleniyor.”Türkçe ile felsefe yapılamaz, bilim dili
kurulamaz!”Deniliyor. Bunların tamamı ırkçılık kokan açıklamalardır. Türkçe,
zengin kelime hazinesiyle, bu dili konuşan herkese sonsuz, engin bir
muhayyele sunabilecek bir güce sahiptir.”Bu bilimsel konuşmayı yaptığında
Başbakandı. Cumhurun başı olduktan ve KAÇAK SARAYA YERLEŞTİKTEN SONRA BAKINIZ
Türkçemiz için ne buyuruyor:
“Yüzlerce yıllık bir dil, bir gecede değişti. Yattık, kalktık o dil
yok olmuş. Şu anda Türkçede mevcut kelime hazinesiyle felsefe yapamazsınız,
isteseler ve istemeseler de Osmanlıca öğrenilecektir.”
DÜNYA FELSEFE KURULUŞLARI
ONURSAL BAŞKANI ve TÜRKİYE FELSEFE KURUMU BAŞKANI PROFESÖR DOKTOR İOANNA
KUÇURADİ, bakınız neler diyor:”BİZ, TÜRKÇE İLE FELSEFE YAPIYORUZ. TÜRKÇE İLE
YAYINLANAN DOKUZ-ON KİTABIM VAR. MAKALELERİM TÜRKÇEDEN İNGİLİZCEYE ÇEVRİLİYOR.
TÜRKÇEYLE FELSEFEİ HALKA İNDİRMEK, DİĞER DİLLERE GÖRE ÇOK KOLAYDIR”.BAŞKALDIRI
İÇİN FELSEFEYİ SEÇTİM! İ.K.
”Felsefe okumaya nasıl karar verdiniz?”
“Beni felsefeye ve felsefe
yapmaya götüren, yaşamda her gün karşılaştığımız bir olgudur: Aynı kişilerin,
eylemlerinin, olayların, eserlerin farklı kişiler tarafından farklı hatta
taban tabana zıt değerlendirilmesidir. Aynı şeyin bu farklı
değerlendirmelerinin yaşamda yarattığı sorunları hepimiz biliyoruz. Bu
olgunun teorisini yapmak, yani insanların, benim ‘değer biçme’
ve ‘değer atfetme’ dediğim amacından sapmış şekilde
gerçekleştirilen değerlendirmeler yaparken ne yaptıklarının farkına
varmalarına ve böyle değerlendirmelerden kaçınmalarına yardımcı olmak, bu
olaya kalemle başkaldırmaktır.”
“-Bugün bile ‘Şark hizmeti’
görülebilen Erzurum’a 1965 yılında gönüllü giderek Atatürk Üniversitesi’nde
öğretim üyeliği yapmaya nasıl karar verdiniz?”
“ Beni İstanbul Üniversitesi’ne
aday asistan olarak alan, 147’lerden olan Prof. Dr. Takiyettin
Mengüşoğlu idi. Ama diğer hocalar asaletimi tasdik etmedi.
147’ler geri dönünce, hocam beni üniversiteye almak istedi. İkinci defa girdiğim
asistanlık sınavında üç jüri üyesinden biri 10 üzerinden 10, diğeri 0,
üçüncüsü ise not vermemiş. Sınavdan geçmeme rağmen birkaç gün sonra aynı
zamanda dekan da olan hocamız ‘Yanlış hesap Bağdat’tan döner’ diyerek sınavı
başarısız ilan etti. Bu olaydan sonra Erzurum Atatürk Üniversitesi benim
hocamdan asistan tavsiye etmesini isteyince ‘Ben gideyim’ dedim ve herkesin
yadırgamasına rağmen Erzurum’a gittim.”
“YANIMDA SADECE KÜÇÜK PRENS’İ
GÖTÜRÜRDÜM
-Öğrencileriniz sizin için ‘Israrla
Kant hakkında soru soran eğlenceli ve zeki öğretmen’ ve ‘Felsefenin annesi’,
‘Sabrının sınırının olmadığının belgesi’ diyor. Adımın İbranice anlamı:”Tanrı
Armağanıdır!”.
İngiliz bilim adamı Rahmetli
Bertrend Russell’ın Felsefe üzerine yayımlamış olduğu tüm eserlerinin
yıllarca önce Türkçemize kazandırıldığını birisi bu, her dalda Büyük Adamımıza neden söylememiş
acaba! SUZİNİN RENKLİ DÜNYASINI DUYMAMIŞ MI? Rahmetli Cemil Sena Ongun adını
ona anan olmamış mı? Frederiedrch W. Nietzsche/NİŞİ/NİN, BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT
adlı eserinden ve ona nazire olarak, Rahmetli Cemil Sena Ongun’un “AHURAMAZDA
BÖYLE DEDİ!”Adı ile yayınlamış olduğu eserinden neden haber vermediler. Sağ
iktidarlar Felsefe ve Mantık derslerini neden Liselerden kaldırdılar?
Müslüman geçinenler neden Felsefeyi ve filozofları öcü olarak görmektedir.
Yeni bir düşünce ve fikir sahibine neden Feylesof! Diye hakaret etmekteler?
Ondokuzuncu asrın en büyük
İngiliz dil bilimcisi Türkçe hakkında neler demiş? Okuyanınız var mı?”Türkçe,
DÜNYANIN EN GELİŞMİŞ VE EN MÜÜKEMMEL DİLİDİR. Ortaasya bozkırlarında
hayvancılık yapanların bu dili yaratmış olduğunu öğrenirseniz şaşarsınız.
YÜZLERCE DİL BİLGİNİ BİRARAYA GELSELERDİ BÖYLE GÖRKEMLİ BİR DİLİ YARATAMAZLARDI:”
Başka bir dil bilginin hükmü ise
çok onur verici:”İngilizceyi evrensel dil yapan dil bilgini daha önce
Türkçeyi bilmiş oldaydı, Türkçe evrensel dil olurdu!”
Türkçemiz, Osmanlı zamanından
sonsuza doğru akarken, Arapçanın ve Farsçanın pisliğine Osmanlılarca
bulaştırılmıştı. Mustafa Kemal Atatürk, Türkçemizi, Karamanlı Mehmet Beyin
Fermanına uyarak, Arapçanın ve Farsçanın pisliklerinden arındırmıştır. Diline
yeniden kavuşan Türk ulusu az zamanda
Şahlanarak uygar ulusları yeniden korku ve
şaşkınlığa itmiştir.
Ben üşenmeden, asırlar boyunca, Anadolu
Türkünün Osmanlı ihanetine rağmen, Türk dilini nasıl kullandıklarını
göstermeye çalıştım. DİL, ulusların asırlarca yapmış oldukları bir çalışmanın
ve nesilleri birleştiren düşüncenin ürünüdür.
İsrail,1948’de devlet
olduktan sonra,60.000 adet yeni Yahudice kelime üretmiş, tüm Arap âlemini de
korkudan titretmiştir. NOBEL Ödülünün kurucusu da Yahudidir. Sadece
14.000.000 Yahudi 127 Nobel ödülü alırken Tüm Müslüman ülkeleri sadece 30
adet Nobel ödülü almıştır/Onun da Onu BARIŞA KATKI İÇİNDİR/. BİR TEK YAHUDİYE
100 MÜSLÜMAN DÜŞMEKTEDİR. Araplar da, elektrikli aletlere ait 4000 yeni
kelime üretmişler, yeryüzünden seksi cennete taşıyarak Müslümanların keyfine
alet etmişlerdir! Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra; Osmanlı batağında,
çok sayıda Hırsız, Vatan haini, Cumhuriyet, Çağdaşlık ve Atatürk düşmanı üretilmiş,
her ulusun kadınları fezada gezerken, kadınlarımız evlere kilitlenmiştir!
Zaman, ileriye doğru akan bir ırmaktır. Bu ırmağı geriye doğru akıtmak
isteyen hangi Tiran başarılı olabilmiştir!
Kazak Abdal.
Romanya
Türkleri arasında; 17’inci asrın ikinci yarısında, yaşamış bir Bektaşi
Ozanımızdır. Gördüğü aksaklıkları ve bönlükleri korkusuzca şiirleştirmekten
hiç korkmamış ve geride durmamıştır”. Şiirleri, konuşur, dertleşir
havasındadır. Kendisinin ne olduğunu bilmeden, topluma karşı hava atanları
çok sert eleştirmiştir. Şiirleri, nefesleri şiir dergilerinde ve cönklerde
kalmıştır.
Konya’ya
vali olarak atanan, her yenilikçi hareketi komünistlikle suçlayan bir zat;
Konya Jandarma Bölge Komutanlığına, ziyaret için geldiğinde,”Eşeği saldım
Çayıra!” Şiirini okumuş ve kendisine ait olduğunu söylemişti. Bu zatı
muhteremi dinleyenler,”
Şair dediğimiz böyle olur!” Diyerek
hayranlıklarını belirtmişlerdi. Bendeniz de, Merhum Kazak Abdal’a ait şiiri
okuduğumda da:”Yahu, herifin adı bile Aptal! Koskoca vali yalan söyleyecek
değil ya, bu
Adam Sayın Valimizin şiirini çalmıştır!” Demeleri
üzerine, gerçeği açıklayınca, çok utanmışlardı.
Onlara
da; İran’da yaşanmış bir olayı anlatmayı da uygun bulmuştum: İranlı Ünlü Şair
Enveri, bir Pazaryerinde, yüksekçe bir yere çıkmış olan bir adamın, etrafını
çeviren kalabalığa şiir okuduğunu görerek o da kalabalığa karışmıştır.
Adamın, kendi şiirini okuduğunu görerek;”bu şiir kimin?” Diye sorduğunda, ol
herif; yüksek bir sesle:
“Benim!”
Demiştir.
Enveri de:
“Bu
şiir Enveri’nindir, nasıl olur?” Dediğinde; ol herif:
“Enveri
benim!” Demiş, Enveri de:
“Şiirin
çalındığını bilirdim, ama şairin çalındığına ilk defa rastlıyorum!” Demiştir.
Bendeniz de, bir devletlinin, 300 sene önce yazılmış bir şiiri çaldığına ilk
defa rastlıyordum.
“Ormanda
büyüyen adam azgını
Çarşıda,
pazarda adam beğenmez.
Medrese
kaçkını softa bozgunu,
Selâm
vermek için insan beğenmez.
Elin kapısında karavaş olan
Burunu
sümüklü, gözü yaş olan,
Bayramdan,
bayrama bir tıraş olan
Berbere
gelir de dükkân beğenmez.
Âleme
ta’neder yanına varsan,
Seni
yanıltır bir mesele sorsan.
Bir
cim çıkmaz karnın yarsan,
Camiye
gelir de erkân beğenmez.
Dağlarda,
kırlarda gezen bir Yörük,
Kimi
tımar sipah, kimisi bölük.
Bir
elife dili dönmeyen hödük
Şehristana
gelir, ezan beğenmez.
Bir
çubuğu vardır, gayet küçücek,
Zu’m’u
fasidince keyf getirecek.
Kırık
çanağı yok ayran içecek,
Kahvede
fağfuri fincan beğenmez.
Yaz
olunca, yayla, yayla göçenler,
Topuz
korkusundan şehre kaçanlar,
Meşe
yaprağını kıyıp içenler,
Rumel’
yenicesi duhan beğenmez.
Kazak
Abdal söyle bu türlü sözü,
Yoğurt,
ayran ile hallolmuş özü,
Köyden
şehre inse bir köylü kızı,
İnci,
yakut ister mercan beğenmez.”
Dağlarda,
kırlarda gezen bir Yörük,
Kimi
tımar sipah, kimisi bölük.
Bir
elife dili dönmeyen hödük
Şehristana
gelir, ezan beğenmez.
Bir
çubuğu vardır, gayet küçücek,
Zu’m’u
fasidince keyf getirecek.
Kırık
çanağı yok ayran içecek,
Kahvede
fağfuri fincan beğenmez.
Yaz
olunca, yayla, yayla göçenler,
Topuz
korkusundan şehre kaçanlar,
Meşe
yaprağını kıyıp içenler,
Rumel’
yenicesi duhan beğenmez.
Kazak
Abdal söyle bu türlü sözü,
Yoğurt,
ayran ile hallolmuş özü,
Köyden
şehre inse bir köylü kızı,
İnci,
yakut ister mercan beğenmez.”
Kazak Abdal’ın canı çok sıkılmış olmalı ki,
aşağıdaki hicvini yazmış ve bize miras bırakmıştır:
“Eşeği saldım çayıra,
Otlaya
karnın doyura.
Gördüğü
düşü hayıra,
Yoranın
da avradını.
Münkir, münafıkın soyu
Yıktı,
harap etti köyü.
Mezarına
bir tas suyu
Dökenin
de avradını.
Derince
kazın kuyusun,
İnim,
inim inilesin.
Kefen
dikmeye iğnesin
Verenin
de avradını.
Dağlara
tahta indirenin,
Iskatına
oturanın,
Hizmetini
bitirenin,
İmamın
da avradını.
Müfsidin
bir de gammazın,
Malı
vardır da yemezin,
İkisin
meyyit namazın,
Kılanın
da avradını.
Kazak
Abdal söz söyledi;
Cümle
halkı dahleyledi,
Sorarlarsa
kim söyledi,
Soranın
da avradını.
Ruhun şad olsun, Rahmetli Kazak Abdalımız.
|
|
|
|
NEYZEN TEVFİK KOLAYLI’DAN
Neyzen Tevfik Kolaylı,24 Mart 1879 tarihinde; İzmir
Vilayetinin Bodrum kazasında dünyaya gelmiş,28 Ocak 1953’te İstanbul’da vefat
etmiştir. Rüştiye okulu öğretmenlerinden Hasan Fehmi Efendinin oğludur. Ney
çalmaya Bodrum’da başlamış; babasının Urla’ya tayini nedeniyle de Urla’da ve
İzmir’de Ney çalmasını sürdürmüş; bir ara Abdülhamit’in şerrinden Mısıra kaçmış,
Mısır’da ve geri döndüğü İstanbul’da ney çalmayı ve Hicivlerini yazmayı sürdürmüş,
sür normal bir Haç cavımızdır. Tanrımız Rahmet eyleye.1948 senesi kışında
Rahmetliyi Galata Köprüsünde görmüştüm. Para ve paye için şiir yazan Osmanlı
aydınlarından değildir. Mısır’da tanışmış olduğu Şair Eşref te aynı meşreptendir.
Allah’ı bile hicvetmekten çekinmez:
“Serserinim düştüm aşkınla meye,
Nasıl girdin elimdeki şu neye!
Hem seversin beni Neyzenim diye;
Hem de sarhoş diye destan edersin!”
Bizde genel seçimle halkımızı temsil etmek için Meclise
girenlere önce Mebus, sonra Saylav sonra da Milletvekili denildi. Türkiye
Büyük Millet Meclisinin ilk Mebusları Türkiye Cumhuriyetinin temelini atan
birer kahraman ve doğruluk abidesiydiler.1946’dan sonra durumları çok
değişti. Neyzen Tevfik kolaylı Merhum da bunları hemen hicvetti:
“Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler,
Kimi Alçak; kimi Deyyus, kimi Hırsız dediler.
Künyeni almak için partiye ettim telefon;
Bizdeki kayda göre şimdi o mebus dediler.”
Bugün onlara Halkımızın çok üstünde Milletvekilleri
diyoruz, yapmış oldukları işlere karşın aldıkları paraya da” Parmak Kaldırma
Avantası” Diyoruz. Dokuz yüzün üzerindeki suç dosyalarının ağırlığı altında
vicdanlarını kararttıklarını da biliyoruz!
“Medreselere de devam etmiş;
Medrese rezaletleri, Mollaların kendilerini gözetmeleri, Odalık, Cariye ve
Hülle meseleleri Neyzen Tevfik’e çok azap ve üzüntü verdiğinden Softaları
şöyle yermiştir:”
“Bir çürük kürsü ile etmiştir,
Dincilik sanatı ibrâz’ı dehâ.
Kisve’i
zühd’ü tesâd altında
Gözlerinden
işer,erbâb’ı riyâ.”
“Utanırdım garazım menfaatinden korkar,
Yoksa her şeye müsait o sarık,o kanlı yular!
Sargı sarmış gibi bir kör çıbana, manzarası,
O kızıl fes, o Grek damgası yüzler karası.
Taşıdı Yüz sene bu illeti biçâre vatan,
O cinâyet sürüsü gitti sılâya karadan!”
“Olmadım meftunu malın,sim’ü
zerin,
Zevk’u şevku”ney”le “mey”dir
rind’i âzâdeserin.”
“Tanrı mekândan münezzehtir,
“Ben de metelikten münezzehim!”
“Gitme mâziye çıkan o izbe,o
kanlı yolda,
Bil ehemmiyetle!Seni
karşılayan Şeytandır!
Aldatır lâfz’ı uhuvvet
ile,tekin ol,kanma;
Müslümanlıkta nifak an’ane’i
imândır!”
Hilmi Yücebaş, Neyzen Tevfik
Kolaylı.
ŞAİR EŞREF:1847-1911.
“Padişahım bir dırahta döndü
kim güya vatan,
Her dalı bir baltadan hali kalmıyor.
Gam değil amma mülkün böyle elden çıkışı,
Gitgide elde zulmetmeye ahali
kalmıyor.”
Millete erbâbı
mansıptan biri eşek demiş,
Reddedilmez böyle bir söz, amma ki pek can sıkar...
Olsa da millet eşek, eşek diyen bilmez mi ki:
Sadrazamlarla vâliler de milletten çıkar...
*Kişi, kâmil oldu mu üstad mertebesinde,
Ona madde üstünde bir değer vereceksin.
Baktın ki; hali, tavrı değişti Meclise gelişte,
Çüüşşş! Deyip, sırtına bir semer vereceksin.
Alâiye’de/ALANYA/ doğdu. Alâiye Beyi Hüsameddin
Mahmud’un oğludur. Kaygusuz Abdal‘ın asıl adı Alaaddin Gaybi’dir. İyi bir
öğrenim görmüş, genç yaşta Abdal Musa’ya derviş olarak Kaygusuz adını
almıştır. XIV’ üncü asrın sonlarında Mısır’a giderek bir tekke açmış, Hicaz,
Suriye ve Irak’ı dolaşarak Anadolu’ya dönmüştür. Rumeli’nin Yanya, Filibe ve
Manastır şehirlerinde de bulunmuş tahminen 1444 yılında Ölmüştür.“
Bundan Sana Ne
Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın,
Yapıp da neylersin, bundan sana ne
Halk ettin insani saldın cihana
Salip da neylersin bundan sana ne
Bakkal mısın teraziyi neylersin
Işin gücün yoktur gönül eğlersin
Kulun günahını tartıp neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne
Katran kazanını döküver gitsin
Mümin olan kullar didara yetsin
Emreyle yılana tamuyu yutsun
Söndür şu atası bundan sana ne
Sefil düştüm bu âlemde naçarım
Kildan köprü yaratmışsın geçerim
Sol köprüden geçemezsem uçarım
Geçir kullarını bundan sana ne
Kaygusuz Abdal der cennet yarattın
Cehenneme nice kulları atin
Nicesin ateş-i aşk ile yaktın
Yakıp da neylersin bundan sana ne
Dokuz Felek Bizim Sayvanımızdır
Dokuz felek bizim sayvanımızdır
Yedi kat yeryüzü seyranımızdır
Zira insan suretidir tonumuz
Kamu âlem bizim hayranımızdır
Hakikat ol kadim sultan ki derler
Biz ona vücuduz ki canımızdır
Daim bu surete gelmeyi varmak
Yolumuzdur daim mihmanımızdır
Gözün aç bak bu vücut sedefinde
Kıymetli gevherüz Hâk kanımızdır
Senin hayale düştüğün ey münkir
Bizim bu suret-i imanımızdır
Bize bu saadet Hâktan erişti
Zira biz kuluz o sultanımızdır
Âşıklarız baş oynarız bu yolda
Hakkı inkâr eden düşmanımızdır
Var ey münkir nice anlarsan anla
Severiz ışık bizim imanımızdır
Ser-âgâz eyle çağır el Sarayi
De ki bu ışık bizim imanımızdır
Kaplu Kaplu Bağalar
Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş diler Kırım geçmeğe
Kelebek ok yay almış ava şikara çıkmış
Donuzları korkudur ayuları kaçmağa
Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi eğilmiş su içmeğe
Kazzaza balta koydum çevrisim deremezem
Çuval çayırda gezer segirdüben kaçmağa
Allahımın dağında üçbin balık kışlamış
Susuzluktan bunalmış kanlı ister göçmeğe
Leylek koduk doğurmuş ovada zurna çalar
Balık kavağa çıkmış sögüt dalın biçmeğe
Bir sinek bir devenin çekmiş budun koparmış
Salinuban seğirdür bir yâr ister koçmağa
Bir aksacık karınca kırk batman tuz yüklenmiş
Gah yorgalar gah seker şehre gider satmağa
Donuz dügün eylemiş ayuya kızın vermiş
Maymun sindi getirmiş kaftan gömlek biçmeğe
Deve hamama girmiş dana tellallık eder
Susığırı natır olmuş nöbet ister çıkmağa
Kaygusuz’un sözleri Hindistan’ın kozları
Bunca yalan söyledin girer misin uçmağa
Sakalım
Ben bu derde düşeli Bu sakalı kırkarım
Hak ile bilişeli Bu sakalı kırkarım
Ben keserim o biter Çemende bülbül öter
Usta berber der 'yeter' Bu sakalı kırkarım
Ben çalarım tanbura Giyinirim tennure
Hak çerağın uyara! Bu sakalı kırkarım
Isin gücün yoktur gönül eglersin
Kulun günahini tartip neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne
Katran kazanini döküver gitsin
Mümin olan kullar didara yetsin
Emreyle yilana tamuyu yutsun
Söndür su atesi bundan sana ne
Sefil düstüm bu alemde naçarim
Kildan köprü yaratmissin geçerim
Sol köprüden geçemezsem uçarim
Geçir kullarini bundan sana ne
Kaygusuz Abdal der cennet yarattin
Cehenneme nice kullari attin
Nicesin ates-i ask ile yaktin
Yakip da neylersin bundan sana ne
|
|
Kaygusuz
Abdal
|
|
|
|
. Bir Kaz Aldım
Bir
kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borudan
Kırk abdal kanın kurudan
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Sekizimiz odun çeker
Dokuzumuz ateş yakar
Kaz kaldırmış başın bakar
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaza verdik birkaç akça
Eti kemiğinden pekçe
Ne kazan kaldı ne kepçe
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaz değilmiş be bu azmış
Kırk yıl kaf dağını gezmiş
Kanadın kuyruğun düzmüş
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir hacıağa
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazımın kanadı selki
Dişi koyun emmiş tilki
Nuh Nebi'den kalmış belki
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazımın kanadı sarı
Kemiği etinden iri
Sağlık ile satma karı
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kazımın kanadı ala
Var yürü git güle, güle
Başımıza kalma bela
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Suyuna biz saldık bulgur
Bulgur Allah deyü kalgır
Be yarenler bu ne haldir
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaygusuz Abdal n'idelim
Ahd ile vefa güdelim
Kaldırıp postu gidelim
Kırk gün oldu kaynadırım kaynamaz
Kaplu, Kaplu Bağalar
Kaplu,
kaplu bağalar kanatlanmış uçmağa
Kertenkele derilmiş diler Kırım geçmeğe
Kelebek ok yay almış ava şikâra çıkmış
Donuzları korkudur ayuları kaçmağa
Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış
Edirne minaresi eğilmiş su içmeğe
Kazzaza balta koydum çevrisim deremezem
Çuval çayırda gezer segirdüben kaçmağa
Allahımın dağında üçbin balık kışlamış
Susuzluktan bunalmış kanlı ister göçmeğe
Leylek koduk doğurmuş ovada zurna çalar
Balık kavağa çıkmış sögüt dalın biçmeğe
Bir sinek bir devenin çekmiş budun koparmış
Salinuban seğirdür bir yâr ister koçmağa
Bir aksacık karınca kırk batman tuz yüklenmiş
Gâh yorgalar gah seker şehre gider satmağa
Donuz dügün eylemiş ayuya kızın vermiş
Maymun sindi getirmiş kaftan gömlek biçmeğe
Deve hamama girmiş dana tellallık eder
Susığırı natır olmuş nöbet ister çıkmağa.
SÜLEYMAN
ÇELEBİ.1338-1420,ULOCAMİ İMAMI, IŞIKLI TAİFESİNDEN/Alevi/Edepli Ali Beyin
torunu.1399’da Ulucami’ye imam olarak atanmış,1409da da Mevlit olarak ünlenen
eserini Aruz vezninde ve TÜRKÇE OLARAK yazarak bitirmiş.
Mevlidin tamamını ayrıca vereceğim.
ALTIYÜZBEŞ SENE ÖNCEKİ Türkçe örneklere bir bakalım:
Yüreğim içinde eridi yağım,
Âşık oldu ol zamandan kulağım.
Bilmezidim ben bu yalları nideyim,
Dert ile gözyaşıyla ah edeyim……
Sundular bir cam dolusu şerbeti,
İçtim ol şerbeti vücudumdan nur
akar….
Geldi bir akkuş kanadıyla revan,
Arkamı sıvadı kuvvetle heman,
Doğdu ol saatte Sultanı Celil
Bir anaya vermemiştir ol Celil…
İsmi pakı pak olur pak eyleyen,
Her murada erişir Allah deyen.
YUNUS EMRE.
HAYATI (1238 - 1320)
|
Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün ü günü
Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa yerinirim
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni
Aşkın âşıklar oldurur
Aşk denizine daldırır
Tecelli ile doldurur
Bana seni gerek seni
Aşkın şarabından içem
Mecnun olup dağa düşem
Sensin dünü gün endişem
Bana seni gerek seni
Sufilere sohbet gerek
Ahilere ahret gerek
Mecnunlara Leyla gerek
Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler
Külüm göğe savuralar
Toprağım anda çağıra
Bana seni gerek seni
Cennet, cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene Ver anları
Bana seni gerek seni
Yunus'dürür benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni
|
“Yaşamı
konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda
anlatılanlar da birbirini tutmaz. Nerede, hangi yılda doğduğu
kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu'ya Doğu'dan gelen
Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu
söylenirse de kesin değildir.”
“ 1320 dolaylarında Eskişehir'de
öldüğü söylenir. Batı Anadolu'nun birkaç yöresinde 'Yunus Emre' adını
taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden 'makam' adı verilen yer
vardır. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan
ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu'da 'Yunus Emre'
adını taşıyan ve Yunus Emre'den çok sonraları yaşamış başka şairlerin
yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda
ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine
varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden
çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve
düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan'daki
şiirleri nedeniyledir. “
“ Yunus Emre'nin şiirinde, edebiyat
tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört
önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü
içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen
konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci,
barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eli açıklık
gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır. O, bu
kavramları, şiirinin bütünlüğü içinde temel öğe olarak sergilemiştir.
“
“ İnsan bir 'sevgi
Varlığı’dır, tin ile gövde gibi iki ayrı tözden kurulmuştur. Tin
tanrısaldır, ölümsüzdür, gövdede kaldığı sürece geldiği özün ve yüce
kaynağa, tanrısal evrene dönme özlemi içindedir. Gövde dağılır,
kendini kuran öğelere ayrılır. İçinde insanın da bulunduğu tüm varlık
evreni toprak, su, ateş ve yel gibi dört ilkeden kurulmuştur. Bu dört
ilke yaratılmıştır, yaratıcı da Tanrı'dır. Tanrı, bu dört ilkeyi
yarattıktan sonra, ayrı ,ayrı oranlarda birleştirerek varlık
türlerinin oluşmasını sağlamıştır. İnsan sevgi yoluyla Tanrı'ya
ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın
bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması
bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı'yı düşünme,
ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. “
Gerçekte
insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı'dır,
türlülük bir 'görünüş'tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün
varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle
insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal
tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak
bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması
bir 'yansıma' niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede
yansıyınca 'oluş' gerçekleşir.
Sevgi insanda
birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre,
sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir
yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı'ya ölümsüz
olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla
özdeş olduğundan kendini seven Tanrı'yı, Tanrı'yı seven kendini
sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır.
Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden
kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar.
Sevginin
değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk
işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir
gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine
bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar
aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven
kimsedir (âşık) . Dost başka bir anlamda da Tanrı'dır, kişinin
gönlünde ışıyan tözdür.
Yunus Emre'de
yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü
bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek,
düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır.
Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları
edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi
tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de
yoksun kılar. Yunus Emre'nin dilinde bilge kişinin adı 'eren'dir.
Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini
sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle,
dostluk duygularıyla doludur.
Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene
karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük
evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık
alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük,
eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir.
Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm
yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü
bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm
de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden,
erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır.
Yunus Emre'nin şiirinde Yeni-Plâtonculuktan kaynaklanan Tasavvuf
öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez,
Yeni-Platonculuk'un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu
nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk'un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre'nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da
Anadolu'da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını
yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin
ölçüsü, Türkçe'nin ses yapısına uymayan 'aruz' olmakla birlikte
söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç
anlaşılır kavramlarını, Türkçe'nin ses yapısına uygun biçimde dile
getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik
görülür.
Yer, yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum
bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü
etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması,
bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan
ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır.
Yunus Emre'de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren,
açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır.”Tekkeye odun taşıma işi bir
masaldan ibarettir. Mevlana ile karşılaştığında, aralarında şöyle bir
konuşma geçtiği anlatılmaktadır:
-Mevlâna
Hazretleri, Mesneviyi çok uzun yazmışsınız!”Dediğinde Mevlâna:
-Sen nasıl
yazardın? Dediğin de: Hemen yanıtını vermiştir:
-ETTEN KEMİĞE
BÜRÜNDÜM, YUNUS OLUBEN GÖRÜNDÜM!”DER.
|
|
|
Yunus Emre
Aşksızlara verme öğüt,
Öğüdünden alır değil.
Aşksız kişi hayvan olur,
Hayvan öğüt bilir değil.
Eksik olman ehillerden,
Kaça görün cahillerden.
Tanrı bîzar bahîlerden,
Bahîl dîdâr görür değil.
Boz yapalak devlengece,
Emek yeme erte gece.
Onun işi göstepektir,
Salıp ördek alır değil.
Şah balaban, şâhin doğan,
Zîhî öğmüş onu öğen.
Doğan zaif olur ise,
Doğanlıktan kalır değil.
Kara taşa su koyarsan,
Elli yıl ıslatır isen.
Heman taş gine bayağı,
Hünerli taş olur değil.
Ol iki cihan güneşi,
Zâhir dünyasın değişirdi.
Cahil onu öldü sanır,
Ol Hub sağdır, ölür değil.
Yunus olma câhillerden,
Irak olma ehillerden,
Câhil ne var mümin ise,
Câhillikten kalır değil
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yunus Emre
Girdim aşkın denizine bahrılayın yüzer oldum
Geçtedi ben denizleri Hızır'layın gezer oldum
Cemalini gördüm düşte çok aradım yazda kışta
Bulamadım dağda taşta denizleri süzer oldum
Sordum deniz malikine ırak değil salığına
Girdim gönül sınığına gönülleri düzer oldum
Viran gönlüm eyledim şar bunculayın şar nerde var
Haznesinden aldım gevher dükkân yüzün bozar oldum
Ben ol dükkân-dar kuluyum gevherler ile doluyum
Dost bağının bülbülüyüm budaktan gül üzer oldum
Ol budakta biter iman, iman bitse gider güman
Dün gün isim budur heman nefsime bir Tatar oldum
Canım bu tene gireli nazarım yoktur altına
Düştüm ayaklar altına topraklayın tozar oldum
Tenim toprak tozar yolca nefsim iltir beni önce
Gördüm nefsin burcu yüce kazma aldım kazar oldum
Kaza, kaza indim yere gördüm nefsin yüzü kara
Hürmeti yok Peygamber'e bentlerini bozar oldum
Bu nefs ile dünya fani bu dünyaya gelen hanı
Aldattın ey dünya beni işlerinden bezer oldum
Yunus sordu girdi yola kamu gurbetleri bile
Kendi ciğerim kanıyla vasf-ı halim yazar oldum.
KARACAOĞLAN:1606-1679 yılları arasında
yaşadığı sanılmaktadır. OSMANİYE ilinin Düziçi ilçesinin FARSAK köyünde
doğduğu söylenmektedir.
Ala gözlerini
sevdiğim dilber
Sana bir tenhada sözüm var benim
Kumaş yüküm dost köyüne çezildi
BİR zülfü siyaha nazım var benim
Ak ellere al kınalar yakınır
Ala göze siyah sürme çekinir
Dostu olan dost yoluna bakınır
Dosta giden yolda izim var benim
Yiğit olan gizli sırrı bildirmez
Güzel olan gül benzini soldurmaz
Her olur olmaza meyil aldırmaz
Bir şahan avlar da bazım var benim
Karac'oglan derki konanlar göçmez
Bu ayrılık bizlen arasın açmaz
Bir kötü gönlüm var güzelden geçmez
Ne güzele doymaz gözüm var benim
|
|
Şair Karacaoğlan
|
|
“Karacaoğlan,
yaşadığı çağda yetişmiş başka saz şairlerinin tersine, dil ve ölçü
bakımından Divan Edebiyatı'nın ve tekke şiirinin
etkisinden uzak kalmıştır. Anadolu insanının o çağdaki günlük konuşma
diliyle Türkçe yazmıştır. Kullandığı Arapça ve Farsça
sözcüklerin sayısı azdır. Yöresel sözcükleri ise yoğun bir biçimde
kullanır. Deyimler ve benzetmelerle halk şiirinde kendine özgü bir şiir
evreni kurmuştur. Bu da onun şiirine ayrı bir renk katar. Bu sözcüklerin birçoğunu
halk dilinde yaşayan biçimiyle, söylenişlerini bozarak ya da anlamlarını
değiştirerek kullanır. Karacaoğlan, halk şiirinin geleneksel yarım uyak
düzenini ve yer yer de redifi kullanmıştır. Hece ölçüsünün 11'li (6+5) ve
8'li (4+4) kalıplarıyla yazmıştır. Bazı şiirlerinde
ölçü uygunluğunu sağlamak için hece düşmelerine başvurduğu da görülür.
Mecaz ve mazmûnlara çokça başvurması, söyleyişini etkili kılan önemli
öğelerdir. Şiirsel söyleyişinin önemli bir özelliği de, halk şiiri türü
olan mani söylemeye yakın oluşudur. Koşmalar, semailer, varsağılar ve
türküler şiirleri arasında önemlice yer tutar. Bunların her birinde açık,
anlaşılır bir biçimde, içli ve özlü bir söyleyiş birliği kurmuştur. Pir Sultan Abdal, Âşık Garip, Köroğlu,
Öksüz Dede, Kul Mehmet'ten etkilenmiş;
şiirleriyle Âşık Ömer, Âşık Hasan, Âşık İsmail, Katibî, Kuloğlu, Gevheri
gibi çağdaşı şairleri olduğu kadar 18. yüzyıl şairlerinden Dadaloğlu,
Gündeşlioğlu, Beyoğlu, Deliboran'ı, 19. yüzyıl şairlerinden de Bayburtlu
Zihni, Dertli, Seyranî, Zileli Talibî, Ruhsatî, Şem'î ve Yeşil Abdal'ı
etkilemiştir. Daha sonra da gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet
dönemlerinde, halk edebiyatı geleneğinden yararlanan şairlerden Rıza Tevfik Bölükbaşı, Faruk Nafiz Çamlıbel, Behçet Kemal Çağlar, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Kutsi Tecer ve Cahit
Külebi Karacaoğlan'dan esinlenmişlerdir. Şiirleri 1920'den beri
araştırılan, derlenip yayımlanan Karacaoğlan'ın bugüne değin, yazılı
kaynaklara beş yüzün üzerinde şiiri geçmiştir.”
|
|
|
|
|
Bana 'kara' diyen dilber
Gözlerin kara değil mi
Yüzünü sevdiren gelin
Kaşların kara değil mi
Boyun uzun belin ince
Yanakların olmuş konca
Salıverirsin kolunca
Beliğin ince değil mi
Utanırım akar terim
Güzellikte yok benzerin
En sevgili makbul yerin
Saçların kara değil mi
Beni 'kara' diye yerme
Mevla’m yaratmış hor görme
Ala göze siyah sürme
Çekilir kara değil mi
Hind'den Yemen'den çekilir
Gelir Bağda’da dökülür
Türlü taama ekilir
Biber de kara değil mi
Göllere konan kuğunun
Kanadı beyaz çoğunun
Çöldeki Arap beyinin
Çadırı kara değil mi
İller de konup göçerler
Lale sümbül biçerler
Ağalar beyler içerler
Kahve de kara değil mi
Evlerinde sular akar
Güzelleri göze bakar
Hublar yanağına sokar
Sümbül de kara değil mi
Karac'oğlan der maşallah
Bir gün görürüm inşallah
Kara donludur Beytullah
Örtüsü kara değil mi.
|
|
Şair Karacaoğlan
|
Ağlayı, ağlayı düştüm yollara
Karışayım bozbulanık sellere
Adı sanı bilinmedik illere
Gitmeyince gönül yardan ayrılmaz
Ahım kaldı şu gelinin ahdinde
Deremedim güllerini vaktinde
Karanlık gecede kolum altında
Yatmayınca gönül yardan ayrılmaz
Gözüm kaldı şu kaplanın postunda
Azrail de can almanın kastında
Döne, döne teneşirin üstünde
Yunmayınca gönül yardan ayrılmaz
Hadini de Karac'oğlan hadini
Aramazlar gurbet ile gideni
Ak göğsün üstünde çakırdikeni
Bitmeyince gönül yardan ayrılmaz
|
|
Şair Karacaoğlan
|
|
|
Ağacın eyisi özünden olur
Yiğidin eyisi sözünden olur
İl için ağlayan gözünden olur
Ağlama hey gözü yaşın sevdiğim
Yavrı keklik gibi kaynar eğlenir
Mis kokulu yağlar ile yağlanır
Sabah akşam türlü yazma bağlanır
Eğip geçer yeşilbaşın sevdiğim
Karacaoğlan der ki hoşça salınsın
Dursun yol üstünde bacı alınsın
Çözüver düğmeni göğsün görünsün
Nokta, nokta benli döşün sevdiğim.
|
Dadaloğlu
19’uncu yüzyılda yaşamış güney illerinin büyük şairi Dadaloğlu
hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bu durum hemen bütün halk şairleri
için böyledir. Bunun sebebi saz şairlerinin çoğunun ümmi oluşu ve aydın
zümrenin onlara önem vermemiş olmasıdır. Bu yüzden yazılı belge bulmak çok
güçtür. Hele divan şairlerinden bahseden tezkerelerde halk şairlerinin
adlarına rastlamak mümkün değildir. Bunun için yaşadıkları zamanda
hayatlarına dair bilgi vermeyen halk şairlerini incelemek zorlaşmaktadır.
Bu durumda rivayetler ve şiirleri ile yetinmek zorundayız.
Dadaloğlu içinde durum aynıdır. Her büyük şair için olduğu gibi güneyde her
bölge onu kendine mal etmeye çalışmıştır. Rivayetler birbirini
tutmaz olur.
Dadaloğlu Toros dağlarında dolaşan göçebe Türkmen aşiretlerinin Avşar
boyundandır. Şiirler
Bu aşiretin gezdiği yerle Torosların Erzin, Payas, Adana, Kozan
çevreleridir. Türkülerinde onun hayalini görür gibi oluruz. Bir elinde sazı
bir elinde tüfeği tepeden tepeye koşarak aşiret erlerini savaşa teşvik
ederek Osmanlıya hıncını haykırır.
Kaypak Osmanlılar size aman mı?
|
|
Şu Yalan Dünyaya Geldim Geleli
Dadaloğlu
Şu yalan dünyaya geldim
geleli
Severim kır atı bir de güzeli
Değip on beşime kendim bileli
Severim kır atı bir de güzeli
Atın beli kısa boynu uzunu
Kuru suratlısı elma gözünü
Kızın iplik, iplik süt beyazını
Severim kır atı bir de güzeli
Atın höyük sağrı kalan döşlüsü
Kalem kulaklısı çekiç başlısı
Güzelin dal boylu samur saçlısı
Severim kır atı bir de güzeli
At koşu tutmasın çıktığı zaman
Yalı kaval gibi yıktığı zaman
At dört kız on beşe yettiği zaman
Severim kır atı bir de güzeli
Dadaloğlu'm hile yoktur işimde
Yiğit olan yiğit görür düşünde
At dördünde güzel on beş yaşında
Severim kır atı bir de güzeli.
Kalktı
göç eyledi Avşar elleri
Ağır, ağır giden eller bizimdir
Arap atlar yakın eder ırağı
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir
Belimizde
kılıcımız Kirmani
Taşı deler mızrağımın temreni
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın, dağlar bizimdir
Dadaloğlu´m
bir gün kavga kurulur
Öter tüfek davlumbazlar vurulur
Nice koçyiğitler yere serilir
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir.
ÂŞIK VEYSEL ŞATIROĞLU/cumhuriyet
kuşağından/
Ağlayalım Atatürk'e
Bütün Dünya kan ağladı,
Süleyman olmuştu mülke,
Geldi ecel, can ağladı,
Atatürk'ün eserleri,
Söyleyecek bundan geri,
Bütün dünyanın her yeri
Ah çekti, vatan ağladı.
Bu ne kuvvet, bu ne kudret,
Var idi bunda bir hikmet
Bütün Türkler, İnönü İsmet,
Gözlerinden kan ağladı.
Uzatma Veysel bu sözü
Dayanmaz herkesin özü,
Koruyalım yurdumuzu,
Dost değil, düşman ağladı.
Şüphesiz bu dünya fani,
TANRININ ASLANI hani,
İnsi cini cemi mahlûk,
Hepsi birden ağladı.
İskender-i Zülkarneyin,
Çalışmadı bunca leyin,
Her millet ATATÜRK deyin,
Cemiyeti akvam ağladı.
|
|
Âşık
Veysel Şatıroğlu:
|
Faruk Nafiz ÇAMLIBEL/Cumhuriyet kuşağından
|
|
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,
Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar...
Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,
Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya.
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!
Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,
Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı...
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,
Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler...
Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.
Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan;
Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,
Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
Ağır, ağır önümden geçti deve kervanı,
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri
Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya
Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.
Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,
Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler
Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki çizgiler...
Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,
Aygın baygın maniler, açık saçık resimler...
Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,
Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken
Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken baş başa
Rastlamıştım duvarda bir şair arkadaşa;
"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan
Baba ocağından yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben"
Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;
Araya gitti diye içlenme baharına,
Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...
Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri
Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,
Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor...
Yanımızdan geçiyor ağır ,ağır kervanlar,
Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden
Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,
Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;
Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü...
Gönlümde can verirken köye varmak emeli
Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!"
Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana
Biz menzile vararak atları çektik hana.
Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;
"Gönlümü çekse de yârin hayali
Aşmaya kudretim yetmez cibali
Yolcuyum bir kuru yaprak misali
Rüzgârın önüne katılmışım ben"
Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde
Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!
"Garibim namıma Kerem diyorlar
Aslı'mı el almış haram diyorlar
Hastayım derdime verem diyorlar
Maraşlı Şeyhoğlu Satılmışım ben"
Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
Post verenler yabanın hayduduna kurduna!
Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
"Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
Gözleri uzun, uzun burkuldu kaldı bende,
Dedi:
"Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"
Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti...
Gönlümü Maraşlının yaktı kara haberi.
Aradan yıllar geçti işte o günden beri
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..
HALİL SOYLUER/Cumhuriyet kuşağından
KARA GÖZLÜ MEMLEKETİM
Yağmur yağsa, bir yerini sel alır
Kara gözlü memleketim duy beni.
Akıla gelmeyen başına gelir,
Bir kurumuş dal yerine koy beni,
Kara gözlü memleketim duy beni.
*
Dağlarında Köroğlu’nu dinledim,
Dinledim de yüz yerimden inledim,
Çektiğini gözlerinden anladım,
Sen istersen el yerine koy beni,
Kar gözlü memleketim duy beni.
Dert bir değil, dert on değil, kırk değil,
Seni ezen felekteki çark değil,
Şu haline acımayan TÜRK değil,
Bir tutulmuş dil yerine koy beni,/ Kara gözlü memleketim duy
beni.
ÜMİT YAŞAR OĞUZCAN:
CUMHURİYET KUŞAĞINDAN.
Günlerden
bir gün,
Hamam
gideceği tuttu,
Sadrazam
hazretlerini.
Bir
yanında birinci veziri,
Bir
yanında ikinci veziri,
Sonra,
efendime söyleyeyim;
Peşkircibaşısı,
Nalıncıbaşısı, sabuncubaşısı,
Velhasıl
tam dört yüz kişilik bir kafile.
…geçtiler
kurnaların başına,
Üçer,
beşer;
Sadrazam
derseniz;
Kuruldu
göbek taşına,
…Memleketin
en ünlü tellakları
İncitmeden
keselediler
Hazretin
mübarek vücudunu.
Öylesine
kir çıktı ki sormayın
…Keselerin
altında eriyip gitti
Koskoca
Sadrazam.
Bütün
maiyet erkânı yerinden fırladı:
-“Nittunuz Devletliye?
Dediler
tellaklara.
Tellaklar
cevap verdi:
-Biz yıkadık, keseledik
Devletlinin kirden ibaret
Olduğunu bilemedik.
Suç bizde değil, neyleyelim.
KİR BİTTİ;
Sadrazam elden gitti.”
PS:
Değişen ne var? El fenerleri ışık verir, Deniz Fenerleri de garibanların
paraları ile aydınlanır ve iktidar olur!
Namdar Rahmi Karatay;
(1896-1953)
Halk arasında dolaşan sözleri ve
tekerlemeleri alarak mükemmel bir şiir haline getiren, okunması ve ezberlemesi
kolay, halk ağzını kullanan, ender şairlerimizden birisidir. Zamanının Maarif
Vekâleti müsteşarı beş genci seçerek, felsefe öğrenmeleri için, Fransa’ya
göndermiştir. Sorbon üniversitesini bitirerek yurdumuza döndüğünde; bursa kız muallim
Mektebine edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır. Bu okulun devrim tarihimizde
önemli bir adı da vardır. Okulda, yatılı okuyan üç kızımız, okulun Fransızca
öğretmeninin etkisi ile dinlerini değiştirerek Hrıstiyan olmuşlardı. Durum
Atatürk’e duyurulunca da kıyametler kopmuştu. Fransızca öğretmeni; Fransız
vatandaşı Hanım, mahkemeye verilmiş, kısa süreli hapis cezası ile
cezalandırılmıştı. Sorbon’u başarı ile bitiren Rahmetli Namdar Rahmi Karatay;
Hiçbir okulu bitiremeden yurda dönen birisinin bakan olmasını bir türlü
hazmedememiştir. Ünlü;”Geçti Borun Pazarı”tekerlemesinden, mükemmel bir hiciv
çıkarmıştır.
Kendisi Konyalı olduğu için;
Konya’da; Selçuklular zamanının ünlü Karatay Medresesinden esinlenerek, Karatay
soyadını almıştır.
Karaca Ahmet’e yakın bir yerden
bir ahşap ev alarak oraya yerleşmişti. Son zamanlarında da; felç geçirmiş, dili
ağzında dönemez hale gelmişti. Felç bacaklarına da vurmuş; kimsesizlik ve
sessizlik içinde, 1953 senesinde vefat etmiştir. Tanrımız kendisine rahmet
eylesin.
Geçti Borun Pazarı
Başta
kavak yelleri estiği günler hani,
Umduğumuz
neşeler, şerefler, ünler hani?
Beklenilen
alaylı, şanlı düğünler hani?
Servi
gibi ümitler döndü birer iğdeye,
Geçti
Borun pazarı, sür eşeği Niğde’ye, Sende
cevher var imiş, onu herkes ne bilsin?
Kimler
böyle züğürdün huzurunda eğilsin.
Şöyle
bir dairede müdür bile değilsin,
Ne
çıkar öğrenmişsin mesahası piy diye;
Geçti
Borun pazarı, sür eşeği Niğde’ye.
Bilmem
ki ne olmaktı senin gayen, maksadın?
Fare
gibi kitaplar arasında yaşadın,
Ne
dans ettin, eğlendin, ne de sevdin kız, kadın:
Kim
dedi be ey sersem, gençliğine kıy diye;
Geçti
Borun pazarı, sür eşeği Niğde’ye.
Gönül
ne çalgı ister, ne eğlence ne de dans,
Ne
güzel kadınların önlerinde reverans.
Kapandıkça
kapandı, bunca yıldır kahpe şans,
İhtiyarlık
gölgesi perde çekti dideye,
Geçti
Borun pazarı, sür eşeği Niğde’ye.
Fırsatı
iyi kolla, sakın olma dangalak,
Genç
iken vur partiyi, durma, ye, keyfine bak.
Sonra
iç şampanyalar, viskiler bardak,
bardak,
Dokunuyor
üç kadeh şimdi bizim mideye,
Geçti
Borun pazarı, sür eşeği Niğde’ye.
Hasan’ın
böreğine vaktinde yetişmeli,
Hiç
durmadan gövdeye atıştırıp, şişmeli,
Yanıp
ta kavrulmadan mükemmelen pişmeli,
Sonra
seni almazlar, hiçbir yere çiğ diye,
Geçti
Borun Pazarı, sür eşeği Niğde’ye.
1730’DA;Patrona HALİL
ayaklanmasında; damdan, dama kaçarken düşüp ölen Şair Nedim’den bir özdeyiş
okumuştum:
“Benim
Şair tabiatım o kadar coşkundur ve cömerttir ki, bir gül istesem, bana bir gül
bahçesi verir!”Aslında; gül bahçeleri sevenlerin gönüllerindedir, oraya da o
bahçeleri sevilenler kurmuşlardır. Özdeyişler, bir ulusun binlerce yıllık
deneyimlerinin belli kalıplara söylem olarak dökülmüşüdür. Bu özdeyişlerden
yola çıkan Rahmetli Namdar Rahmi Karatay da, güllere eşdeğer güzellikte bir
şiir bahçesi yaratmıştır. Rahmetli Orhan Hançerlioğlu da; gerçek yüzünü saklama
telaşı, insanlarda ikinci bir maske yüz yaratmıştır derdi. Bir Atasözünden de
şu şiirini yaratmış; bir darbımesel gibi bizlere ve yarınlarımıza bırakarak, yokluklar ve unutulmuşluklar içersinde ölüp
te gitmiştir.
KARAMANIN
KOYUNU
“Eloğlunu
bilmezsin o ne hinoğlu hindir,
Pamuk
gibi görünür granitten çetindir.
Arkandan
kuyu kazar, dibi yoktur derindir,
Açılma
eloğluna, anlamadan soyunu,
Karamanın
koyunu, sonra çıkar oyunu.
Ne
dişisine inan, ne de erkeğine kan
Dişisi
erkeğinden olur bin kat afacan.
Yüzüne
güle, güle damarlarından çeker kan;
Önce
koklatır sana gülünü, şebboyunu,
Karamanın
koyunu, sonra çıkar oyunu.
Senin
aybını arar ahbabın bir iş gibi;
Arkanda
dolaşırlar, sanki müfettiş gibi.
Bırakırlar
ortada, seni bir ibiş gibi
Öğretirler
dünyanın körfezini, koyunu,
Karamanın
koyunu, sonra çıkar oyunu.
Doğruyu
görsen de sen, uluorta anlatma,
Bağır,
çağır nara at, fakat sakın taş atma.
Elini
uzat ama boyunu hiç uzatma,
Ölçünü
alırsın ha, uzatırsan boyunu,
Karamanın
koyunu, sonra çıkar oyunu.
Ne
tilkiye eğri bak, ne de kurtlarla barış,
Ne
etlisinden bahset, ne de sütlüye karış.
Ne
ağzı açık koyarlar sonra seni bir karış,
Nene
gerek elin üç keçisi, beş koyunu;
Karamanın
koyunu sonra çıkar oyunu.
Bendeniz; gençliğimde; iyi ki bu
güzel şiirleri not etmişim. Rahmetli Hilmi Yücebaş’a; Rahmetler dilerim.”Hiciv
ve Mizah Edebiyatı Antolojisi.
TEVFİK FİKRET.1867-1915.
HAN’I
YAĞMA!
Bu sofracık, efendiler - ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor - bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır, hapır...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kuyumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say
Haseb, neseb, şeref, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır, hazır, kolay, kolay...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar
Gurur-ı ihtişamı var, sürur-ı intikaamı var.
Bu sofra iltifatınızdan işte ab u tab umar.
Sizin bu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini
Bütün ferağ-ı halini, olanca şevk-i balini.
Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugünkü mideler kavi, bugünkü çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış, kapış, çanak, çanak...
Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Behçet Kemal
ÇAĞLAR:1908/1969.FARUK Nafiz Çamlıbel ile ONUNCU YIL MARŞIMIZI YAZMIŞTIR!”
Ağıt / (Behçet
Kemal ÇAĞLAR)
|
AĞIT
Yok, gayri bizlere uyku dünek vay
Kime bel bağlayak kime dönek vay
Vay amansız ecel alçak felek vay
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gözüm ağla yaşlar dil olsun
Kurumuş dereler baştan sel olsun
Çiçek kara açsın çayır kül olsun
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
En büyük en güzel en yiğit kayıp
Dereler denizler çağlar ağlayıp
Rabbim de gözyaşı dökmezse ayıp
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Her gittiği yerde o şan verirdi
Aslan bakışını görse erirdi
Kaşları yeleden nişan verirdi
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Bakışları şimşek gibi çakardı
Yarını görürdü düne bakardı
Kürsüye çıktı mı, arşa çıkardı
Türklük yüreğini
dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Her belâyı önler arda atardı
Dermandı her dalda hemen
yeterdi
Babamızdı elimizden tutardı
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Kaybını yıldızlar bile bileler
Kırıla kanatlar sola yeleler
Kurt kuş duyup cenazene
geleler
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Millet Atan gitti başın sağ olsun
Ölümü devr açsın yeniçağ olsun
Dağlar birer,
birer yanar dağ olsun
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gitti her ocağın söndü alevi
Yeryüzü dediğin bir ölü evi
Cihan türbe olsa almaz o devi
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Dönmüş denizler gözyaşı taşına
Dünya ortak çıkmış Türk'ün yasına
Her evden bir ölü çıkmışçasına
Türklük yüreğini
dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gökler ağıtlardan titriyor kat, kat
Düştü üstümüze gerilen kanat
Onsuz dünya yarım, insanlık sakat
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
O hep dolu tuttu boş atmadıydı
Söz verince yaptı aldatmadıydı
On beş yıl tek burun
kanatmadıydı
Türklük yüreğini
dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Bizdendi sevinci bizdendi
derdi
Biz uyurduk o bizleri beklerdi
Uyudu
nöbeti bizlere verdi
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Kuru yapraklara benzedik bu güz
Her
göz kan içinde sapsarı her yüz
Milyonlarız bir babadan
öksüzüz
Türklük yüreğini
dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Gök düşsün toprağa toza
belensin
Mezarına gece yıldız elensin
Şehitler doğrulsun nöbet
dolansın
Türklük
yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Dünya hem kahr olur hem onu gömer
Yıldızlar kandildir semalar kemer
Sus boğulamazdın sus Aşık Ömer
Türklük yüreğini dağlasın gayrı
Cihan da bizimle ağlasın gayrı
Behçet Kemal
ÇAĞLAR.
CAHİT SITKI TARANCI;1906-1956.
Rahmetli Cahit
Sıtkı Tarancı;1906 yılında, Diyarbakır’da doğmuştur.1956 yılında da; felç
olarak ölmüştür. Tüm borçlarını da, Menemenli eşi ödemiştir.”Otuz beş Yaş”
şiiri ile 1946 C.H.Partisi
ödülünü olan (1000)TL ödülü kazanmıştır. Askerlik hizmeti sırasında;
kendisine verilen hizmet erinin adı ABBAS idi. ABBAS adlı şiirini de ona
yazmıştır. Önce, bu şiirini vermek istiyorum:
ABBAS
“Haydi, ABAS, vakit
tamam;
Akşam diyordun,
oldu akşam.
Kur bakalım
çilingir soframızı;
Dinsin artık bu
kalp ağrısı.
Şu ağacın
gölgesinde olsun;
Tam kenarında
havuzun.
Aya haber sal,
çıksın bu gece;
Görünsün şöyle
gönlümce.
Bas kırbacı sihirli
seccadeye,
Göster hükmettiğini
mesafeye
Ve zamana.
Katıp tozu dumana,
Var git;
Böyle ferma etti
Cahit.
Al, getir ilk
sevgiliyi Beşiktaş’tan,
Yaşamak istiyorum
gençliğimi yeni baştan.
Ben, otuz beş yaş’ı eli sene önce ezberlemiştim. Hata yaparsam;
önce, ölümsüz şairimizden özür diliyorum.
OTUZ BEŞ YAŞ!
“Yaş otuz beş,
yolun yarısı eder;
Dante gibi
ortasındayız ömrün.
Deli kanlı
çağımızdaki cevher;
Yalvarmak, yakarmak
nafile bugün;
Gözünün yaşına
bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı
yağmış;
Benim mi Allahım bu
çizgili yüz?
Ya gözler altındaki
mor halkalar,
Neden böyle düşman görünürsünüz;
Yıllar yılı dost
bildiğim aynalar.
Zamanla nasıl
değişiyor insan;
Hangi resmime
baksam ben değilim.
Bu güler yüzlü adam
ben miyim?
Yalandır kaygısız
olduğum yalan
Gittikçe artıyor
yalnızlığım.
Ayva sarı, nar
kırmızı sonbahar,
Her yıl biraz daha
benimsediğim,
Ne dönüp duruyor
havada kuşlar?
Nerden çıktı bu
cenaze, ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe
gördüğüm tarumar?
Neylersin ölüm
herkesin başında;
Uyudun uyanmadın
olacak;
Kim bilir nerede,
nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık
saltanatın olacak
Taht misali o
musalla taşında.
ALİ YÜCE; YAYLADAĞI ilçemizin,
ARMUTALAN köyünde doğmuş, OĞUZ kökenli bir YÖRÜK Şairimizdir.
1972-1975 tarihleri arasında,
ANTAKYA’DA beraberdik. Antakya Ticaret Lisesi'nde İngilizce
öğretmeniydi. Ben de, 23ncü bağımsız
J. ER eğitim Tabur komutanıydım.
Ali YÜCE, benim de şiir
karaladığımı bilmiyordu; korkumdan da kendisine bir şey söyleyemiyordum.
Poliklinik adlı şiiri; para parayken,
50.000Tl. Ödül almıştı, ödül parasını bankadan çektikten, on dakika sonra da,
paranın tümünü kaptırmıştı.
Tıp doktoru olan Oğlu Murat, benim
bir şarkımı, Kürdîlihicazkâr makamında bestelemişti.
Biz, izninizle, gelelim o ünlü şiir'e.
POLİKLİNİK…
Hastane, koridor, iskarpin, ökçe
kep gömlek bel göğüs hemşire
çıkı tak/çıkı tak/ çıkı tak
yürürken sert dururken yumuşak
sekerken hem sert hem yumuşak
doktor bey geldi geliyor gelecek
belki on'da belki onbirbuçukta
saatler uzun, uzun canım kısa
doktor bey'e selam edin
saatler buçuksuz olsa.
devlet baba doktor bacı ana
koridor halk kuyruk sabır kavga
bir doktora üçbin hasta vay be
adın ne yaşın kaç neyin var
bir dakkada üç muayene
reçete roman ilaç uy aman
kapı koridor iki hademe bir imam
kısa bir sedye uzun bir ölü
rap, rap, rap/lap, lap, lap
kart bir doktor taze bir hemşire
çıkı tak/ çıkı tak/ çıkıtak
gözlerinde uçurtma uçur
dudağından sigara yak
şuramda aha ta şuramda bir sancı
en derin hocalara yazdırmışım
okutmuşum üfletmişim olmamış
iniş yokuş kağnı eşek yaya
kalkıp gelmişim ta buralara
duvar diplerine kapı önlerine
uzanmışım oturmuşum çömelmişim
sırtımı önce Allah'a sonra duvara dayamışım
doktor bey geliyor geldi gelecek
beklemişim ,beklemişim ,beklemişim
söz bulamamışım söyleyecek.
sırtımda taşımışım utancınızı
çağınıza uygarlık taşımışım
güzellik taşımışım kadınlara kızlara
damarlara kan yüzlere kahkaha
kısır memelere süt taşımışım
barış taşımışım ak güvercinlerle
tüfek yumruk sopa seferberlik
yirmi kişiye bir kara somun
kırk kişiye bir matara kaynar su
yemen çöllerinde ot yiyerek
çarpışmışım Allah, Allah diyerek
çağlar uçuklamış sesimden
Kemal Paşa, İsmet Paşa; Kurtuluş Savaşı
İstanbul Çanakkale İzmir Erzurum Kars,
Top tüfek süngü sopa yumruk iman
Ay'da insan izi yoktu o zaman
dördüncü top taburundan BEKİR ÇAVUŞ
iniş yokuş kağnı eşek yaya
kalkıp ta buralara gelmişim
duvar diplerine kapı önlerine
uzanmışım oturmuşum çömelmişim
şuramda aha şuramda bir sancı
ister gel ister gelme doktor BEY
BEN ÖLMEYE ALIŞMIŞIM!
|