12 Şubat 2012 Pazar

577/BÜYÜK KIŞKIRTMALAR',LESPROVOCATİONS

                                                                   
OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@gmail.com
            İzmir;13 Şubat 2012.

                             BÜYÜK KIŞKIRTMALAR
              “Les Provocations, Fr. İ.”=PROVOKASYONLAR.
Çağımız büyük kışkırtmalar çağıdır. Amerika Birleşik Devletlerinin BOP’U—Büyük Orta Doğu Projesi varsa; bu projenin uygulanacağı devletler için de Amerikalıların ve Hempalarının kışkırtma planları da var demektir. Çağımızda ve günümüzde içinde devlet ve devletli olmayan hiçbir pislik te yoktur. Ülkemizde kendileri için tehlikeli gördükleri devlet memurlarını ekarte etmek için de o memurun en yetkili makam sahibini yalanlarla ve o memurun başarı ile gerçekleştirdiği operasyonları ters çevirerek anlatmakla o zavallı memur için kışkırtılır. Benim başıma da geldi. Bugünlerde yazmak istemiyorum. Sosyal çarpıklıkların neden olduğu fırsatlar çok iyi kullanılır. Çelişkiler ve fırsatlar yoksa ne gam; gizli örgütler ve paralar ne güne durmaktadır bölmek, parçalamak ve dağıtmak için iç destekler de kullanılır. Bütün kayada oluşturulan çatlaklara su doldurularak o suyun donması beklenir. Norveç’te, İkinci Dünya savaşında Almanlarla iş birliği yapan Başbakan Binbaşı Vitkun Kuisling adı Vatan Haini anlamında kullanılmaktadır.
         Osmanlı döneminde, Mütarekeden sonra İngilizlerle ortak çalışan vatan hainlerimizin foyalarını biliyoruz. Anadolu’da isyanlar çıkartarak Türk kanı döktüren Damat Ferit; Sait Molla, Nemrut Mustafa ve daha nicelerinin  tarihimizin çöplüğünden yeniden filizleri sürmektedirler. Benim de bir önerim vardır: Vatan Haini demektense, Sait Molla, Damat Ferit, Vahdettin, Sait, Öcalan desek olmaz mı?
         Başbakan SN. Recep Tayyip Erdoğan’ın emir ve isteği üzerine, Dış İşleri Bakanlığı Teşkilatı yerine MİT Başkanı Burhan Fidanın PKK TERÖR ÖRGÜTÜ ile Oslo’da MİT ekibiyle Pazarlıkta ve müzakerelerde bulunması, bir sürü yasa dışı işlemleri ve işleri de aydınlığa çıkarmıştır. Bu iddialar çok korkunç bir anayasal suçtur. Açıklanan belgelere dayalı bilgileri tekrar etmekten utanç duyuyorum.
         Yalınız; Adolf Hitler tarafından yapılan tarihin en iğrenç Kışkırtmalarından birisini yazmak istiyorum.
         İkinci Dünya Savaşından öncenizi Almanyasında görevlendirilen Amerikalı William L.SHİRER adlı bir gazeteci savaşın sonunda dört ciltlik belgesel bir kitap yazmıştır:”Nazi İmparatorluğu”.Burada Polonya ile savaşmak için yaratılan kanlı bir kışkırtmayı da anlatmaktadır.
         A.Hitler, Polonya’nın elinde bulunan Danzig—Gıdangs-- şehrinin kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. Polonya ordusu çok eski model bir ordudur. Polonya Milli Savunma Bakanlığını gizli telefon hatları vasıtasıyla Rus İstihbaratı NKVD ve GRU dinlemektedir. İşin en ilginç yönü de Rus telefon hatlarına giren Alman İstihbaratı da—Amiral Wilhelm Canaris emrinde—dinleme yapmaktadır. Alman Silahlı Kuvvetlerine ve Alman Komuta kademesine hâkim olan Adolf Hitler, gücünü tüm dünyaya göstermek ve Alman halkını da büyülemek için Çekoslavakyayı ve Avusturya’yı ilhak ettikten sonra Polonya’ya yönelmek için bir bahane yaratmaktadır. Alman Cezaevlerinden çıkarılan Yahudi ve yabancı asıllı hükümlüler ve tutuklular Polonya ordusunun silahları ve teçhizatı ile donatılarak bir alman sınır kasabasına getirilmişlerdir. Gece yarısı o sınır kasabasında şiddetli silah seslerinin ardından, şehrin radyo istasyonundan da Polonya dilinden, Polonya’ya ait bir sınır kasabasının kurtarıldığı yalanları yayınlanmıştır. Biraz sonra da çok şiddetli silah seslerinin ardından bir Alman spikeri mikrofona;”Alman Halkı, Kahraman Alman Ordusu Polonyalı mütecavizlerin cezasını vererek şehrimizi geri almıştır. Saldırganların cesetleri şehrimizin sokaklarında yatmaktadır.”
         Ertesi sabah dünya basının temsilcileri, caddeleri Polonya asker üniformaları asker ölüleri ve silahları ile dopdolu sokakların resimlerini çekmiştir.
         Ve Alman ordusu haklı olarak! 01 Eylül 1939’da Polonya’ya savaş açmıştır.
         Alman Şansölyesi Prens Bismark, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunu yendikten sonra, Alman birliğinin kurulması için Fransa’nın da yenilmesi gerektiğine karar vermişti. Postdam kaplıcalarında bulunan Prusya Kralı, Fransız Büyük Elçisinin randevusuna karşın onu kabul etmemişti. Prens Bismark bu haberi Paris’e duyurduğunda Fransa ayağa kalkmış, Paris sokaklarını dolduran yüz binlerce kişi:”Savaş!” Çığlıkları atmıştı. Meksika’da boyunun ölçüsüne almış olan Fransız İmparatoru Louis Napolyon üç, ordusu ile sınıra hareket etmişti. Sonunda da Louis Napolyon üç, Sedanda Yüz yirmi bin askeriyle Mareşal Helmuth Von Moltke’nin ordusuna teslim olmuştu. Ülkemizde, Sayın R.T.Erdoğan’ı destekleyen sözlü ve yazılı basının kışkırtmalarını da ayrı bir yazı konusu yapmak istiyorum.
        
   

576/DİNDAR GENNÇLİK YETİŞTİRME MASALI!

                                                                     

            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@gmail.com
            İzmir;15 Şubat 2012
                        DİNDAR ÖĞRENCİ YETİŞTİRME MASALI.
                        1982–1985 yılları arasında, şimdilerde Atatürkçü olan iki istihbaratçı Kurmay Binbaşının “gominist!”Olduğuma dair vermiş oldukları raporu üzerine ve Başbakan Bülent Ulusu’nun direktifi ve İstihbarat Başkanı bir Korgeneralin J.G.Komutanlığını zorlaması üzerine Konya’ya,28 Şubat1982’de sürülmüştüm.
              Konya’da bir eczanede otururken, Mustafa Kemal için kötü konuşanlara Yaşlı bir Konyalı:”Ulan utanmazlar; Mustafa kemal geldi de götünüz kurtuldu. O’NA kötü söyleyeceğinize Kıçınızın zekâtını verin!”Dediydi.
            Kuleli Asker Lisesinin Ünlü Biyoloji öğretmeni Sefer Baba:
             “Çocucuklar, kendilerinin ırzlarına geçeceklerden kaçarak kurtulabilecek bir yeteneğe geldiğinde okullarına yalınız gider ve gelirleri!”Derdi. Osmanlıdaki Medrese kepazelikleri şeri mahkeme sicillerine ve dahi Padişah Fermanlarına bile fazlasıyla geçmiştir.
               Rahmetli İsmet Zeki Eyüboğlu’nun  “Osmanlı’da Sapık Sevgi “üzerine yazmış olduğu eserini okuyanınız var mıdır?
                   Sayın Murat Bardakçı’da bir sureti bulunan, Osmanlı Dönemindeki, gecesi 1000 altına kiralanan, erkek fahişeler hakkındaki kitabından yararlanarak yayımlamış olduğu makalesinden haberi olanlarımız da var midur!                                   Biraz rahatsızım, bizimkiler bunu bahane ederek bilgisayara ambargo koymazlarsa bu konuda bir yazı yazacağıma söz vereyrum! Bu yazım ile birlikte”Padişahlar da Civan Severler!” adlı yazımı da ileteceğim. İki yazım birbirlerini bütünlesinler diyorum.
         Menemen Ortaokulunda; Türkçe dersimizde Nedim’den şiirler okutulurken aklıma bir soru takılmıştı ve parmak kaldırarak bu merakımı öğretmenimize de aktarmıştım:
         Kızoğlan nazı  nazın/Şehlevent avazı avazın/Belasın ben dahi bilmem/Kız mısın, oğlan mısın kâfir!”
         “Kimi sana canım/Kimi cananım deyu söyler/ can mısın; canan mısın kâfir”
         “İzin al maderden Cuma namazına deyu/Gidelim sevdiceğim seninle Sadabada”Öğretmenim, o zamanlar kadınlar ve kızlar Cuma namazına giderlermiymiş! Vallahi ben anlayamadım!”Dediğimde, öğretmenimizin de başı dönmüştü.
         Öğrencileri Kız ve Erkek olarak ayırırsak, Sevicilik ve Homoseksüellik artmış olur. Otuz fareyi bir kafese koyarak hiç yemek vermesek ne mi olur? Fareler biri birlerini yerler, en sona kalan fareyi dışarı saldığımızda da o fare tüm fareleri yer.        
           Şimdilik bu kadarla yetineceğim, çünkü son günlerde sağlığım iyi değil.
ALINTI:  Balıkesir bütün bu gelişmelerin canlı bir biçimde yaşandığı bir ildir. XIV. yüzyılın özellikle ikici yarısı Karesi Vilayeti’nde suhte (medrese öğrencileri) ayaklanmalarının yaşandığı yıllardır. 1580’li yıllarda, Karesi Vilayeti’nde “Çarpınoğlu” isimli bir Yörük medrese öğrencisinin etrafında toplanan 300 medrese öğrencisi (suhte), Germiyan ilindeki 100 medrese öğrencisiyle çatışma halindedir.  Bu yıllardaki şerriye sicilleri öğrencilerin işledikleri cinayet, hırsızlık, yol kesme, ırza geçme olaylarıyla doludur. Suhteler Sancak Beyi’nin evini basacak kadar  ileri giderler; bu yıllarda özellikle Bursa ve Balıkesir olmak üzere bütün Batı Anadolu adeta suhtelerin elindedir”.[44                                                                                                                                                                                               “Padişahın güvenliğini sağlamak üzere oluşturulmuş Yeniçeri Ocağı saltanatın üzerinde bir yük haline gelmiş, devşirmelerden oluşan kapıkulu rüşvet, iltimas ve  yolsuzluğun kaynağı haline gelmişti. İlmiye Sınıfını yeniden üreten medreselerde ise müderrislik babadan oğla geçen bir makam haline gelmiş “Beşik uleması” denilen ayrıcalık alanları oluşmuş, medrese öğrencileri arasında başıbozukluk artmış, Kadılık ve müftülük suiistimal kapısı durumunu almıştı.  Savaşlarda artarda alınan yenilgiler ise bütün bu karışıklığı körüklemekteydi.[60]             
            Sistemde giderek derinleşen ekonomik, sosyal, yapısal bozulmadan ulema da üzerine düşen payı alır. Müderrisliğe gelme kalıtsal  bir hale gelir. Yüksek ulemanın oğullarına daha beşikteyken babasının mevkiine uygun bir unvan verilmeye başlanır. Müderris sayısı giderek artarken; pek çok müderris derslere girmeden maaş almaya başlar, dereceleri yükseltilir. İltimas ve rüşvet mekanizması kadı ve kazaskerlerin atanmasında da işlemektedir. Selanik kadısı, Rüstem Paşaya verdiği rüşvetler sayesinde iki kadılık bölgesine birden nezaret edebilmektedir. Naima Tarihi’nde Sultan İbrahim’i etkisi altında tutan Cinci Hoca’nın tüm kadılıkları önce belirli bir paraya sattığı, daha sonra aynı makamları yeniden satabilmek için kadıları vaktinden önce azlettirdiği açıklanmaktadır. Vakıfların elinde zenginliğin birikmesi, ulemanın yavaş, yavaş ekonomik bir güç olarak ortaya çıkmasını hazırlayan bir başka etmendir Medreselerden mezun olup müderrisliğe atanmanın rüşvet ve iltimas yoluyla gerçekleşir hale gelmesi, öğrencilere görev verilmemesi; korunmasız medrese öğrencisinin öğrenimi bırakıp isyancılar arasına karışmasına yol açmıştır. Medrese öğrencilerinin isyanlara katılmalarının, ahlak dışı bir takım etkinliklerin içine girmelerinin bir başka nedeni de; delikanlı çağlarında duvarları kalın, doğru dürüst ışık görmeyen “hücre”lerde yaşamak durumunda kalmalarıyla; öğrencileri barındıran bu medreselerin dışarıya, sosyal ilişkilere tümüyle kapalı niteliğinden kaynaklanmıştır.[45]
          “17. yüzyılda Osmanlı ulemasının ikiye bölündüğü ve tarafların şiddetli bir çatışma halinde olduğu görülmektedir. Çatışmanın bir ucunda şeriatın katı bir biçimde uygulanmasını isteyen “Kadızadeler”, diğer ucunda da, sufiliği savunan ve daha çok Mevlevî ve Halveti tarikatlarına mensup din adamları yer almaktadır. Özellikle IV. Murat döneminde büyük bir güç  haline gelen, medrese geleneğine dayanan Kadızadelerin savundukları düşünceler; çözülüş sürecinde ulemanın kendisine uygun gördüğü rol ile, eğitim düşüncesinin yüklendiği işlev ile ilgili  açıklayıcı bilgiler sunmaktadır. Kadızadelerin görüşlerini dayandırdıkları Mehmet Birgevi Efendi şeriattan en küçük sapmayı bile şiddetle eleştiren bir müderristir. Birgevi Efendi insan organlarının günahlarını sıralayacak kadar katı bir tutum takınmıştır; müzik dinlemekle kulak, insanın namahrem yerlerine bakmakla göz, yalan söylemekle dil günah işler.  Bu düşünceler, Birgevi’den sonra Kadızadeler tarafından savunulmuştur. En güçlü oldukları VI. Murat döneminde tütün yasağı adı altında terör estiren, rüşvet  yoluyla tayin ve azillerde önemli rol oynayan Kadızadeler; 1649 yılında şeyhülislamlığa getirilen, tütün yasağına karşı fetva veren, tarikatlara karşı hoşgörülü yaklaşan Bahaî Efendi’yi veziriazam ve yeniçeri ağalarının da desteğini alarak bir komplo sonucu azlettirebilmişlerdir.[46]
         Bu olaylarda başrolü oynayan Kadı zade Mehmet Efendi, Balıkesir’de doğmuş, ilk medrese eğitimini Birgivi Mehmet Efendi’nin talebelerinden almış bir ulemadır. Düşüncelerini siyasal bir amaçla kullandığı Birgevi Mehmet Efendi’de Balıkesir’lidir. Burada çarpıcı bir biçimde ortaya çıkan bir olgu; 16. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Balıkesirli Mehmet Birgevi Efendi’nin düşüncesinde açığa çıkan katılığın, İslâm düşüncesinin siyasal amaçla kullanılmaya başlandığı çözülme sürecinde -yine bir Balıkesir’li olan Kadızade Mehmet Efendi’nin elinde-; eğitim düşüncesi içinde en güçlü biçimde temsil edilmiş olmasıdır. İslam düşüncesinde katılaşmanın; siyasallaşmaya ve taşıyıcıların klasik işlevlerinden uzaklaşmalarına bağlı olarak artması, sistem içinde karışıklığı arttıran bir rol oynamıştır.[47]
           Bu karışıklık yıllarında Balıkesir’le ilgili bir başka önemli olayda Balıkesir’de neredeyse bir emirlik kuran Solak zade İlyas Paşa olayıdır. Solak zade İlyas Paşa   Balıkesir’deki bazı eşkıyaları bastırmadaki başarısı nedeniyle dikkat çekip, IV. Murat döneminde İran Seferinde Anadolu Emirül Ümeralığı’na, Bu savaşta gösterdiği başarıyı takiben de Rumeli Beylerbeyliği’ne kadar yükselir. Sadaretteki  (Hüsrev Paşa ile Abaza Mehmet paşa arasındaki) rekabet nedeniyle emekli olup Balıkesir’e çekilir. Fakat yine bu rekabetten yararlanarak bir yandan da kendisini sadrazamların gazabından korumak için etrafına adam toplayıp Karesi ili ile Bergama ve Kazdağı bölgesinin gelirlerini toplamaya başlar. IV. Murat ve Kösem Sultan döneminde ülkede egemen olan karışıklıktan alabildiğine yararlanmaktadır. Hafız Ahmet Paşa’nın koruyuculuğuna güvenir. Hafız Paşa ve Şeyhülislam Yahya Efendi’nin tavsiyesi üzerine vezirlik rütbesi bile alır. Adamlarının yaptıkları zorbalık nedeniyle Midilli’de halk ayaklanıp, sorumluları öldürünce, İlyas Paşa Edremit ve çevresindeki yaşayan gayrimüslimlere zulmetmeye başlar. Manisa Mutasarrıfı İbrahim Paşa ile de bir nedenle ters düşüp, Manisa’yı yağmalar. Fakat IV. Murat yeniçeri direnişini kırmış, bu arada Hafız Ahmet Paşa da direnişçiler tarafından katledilmiştir. Padişah olaylara hâkim olup İstanbul’da sükûneti sağlayınca, İlyas Paşa’yı Balıkesir’den uzaklaştırmak için, önce Şam Valiliği’ne atamak ister. İlyas Paşa tehlikeyi sezerek Şam’a vekilini gönderir. Küçük Ahmet Paşa ile Çerkez Dilaver Paşa’nın üzerine geldiklerini öğrenince tehlikeyi sezer Bergama’ya çekilmeye karar verir. Alaşehir önünde bir meydan savaşı olur, paşa yenilir ve Bergama Kalesi’ne çekilir. Küçük Ahmet Paşa, İlyas paşa’nın zorla hakkından gelemeyeceğini anlayınca, Padişahtan İlyas paşa’yı affettiğine dair hatt-ı Hümayun ister ve hatt-ı Hümayunu alır, Padişah her ikisini de huzuruna çağır, huzurda İlyas paşa’nın katline ferman verir(1632). Arkasından Alaybeyi ile oğlu ve bazı nüfuzlu kişileri de idam ettirir. 1619’lı yıllardan itibaren Balıkesir Bölgesi’nde nerdeyse bir emirlik kuran İlyas Paşa direnişi böylece kırılır.[48] 
         İlyas Paşa  Balıkesir’deki nüfusunu artırmak için zaman, zaman bir dini lider gibi davranmıştır.[49] Balıkesir’de bir cami (saat kulesinin karşısında) ile bir Mevlevihane yaptırır. Sebep olduğu olaya bakarak, Kadızade’nin merkezinde yer aldığı olaylar nedeniyle yer, yer Mevleviliğin sisteme karşı sessiz bir direniş olarak algılandığı bir dönemde; İlyas Paşa’nın medrese değil de bir Mevlevihane yaptırmasını; siyasi mücadelesine uhrevi bir görünüm de vermiştir!”Günümüzde de aynı metotlarla halkın kandırılması ve çağdaşlaşmaya engeller sürdürülmektedir:Ostüzü.
                    OSMANLI’DA ÖĞRENCİ OLAYLARI: EŞCİNSELLİK VE OĞLAN ÇEKME

             Alıntıdır“Son zamanlarda Gaykedi çocuk pornosu ile bizim halkın cinsel kaçıklıklarına değinince, ben de merak edip “Acaba ecdadımız bu gibi hâllere hiç düşmüş mü?” dedim. Biliyorsunuz, bu gibi sapıklıklar hep şu din dışı laik ve Kemalist düzenden kaynaklanıyor. Hâlbuki toplumumuz laik olmak yerine milli geleneklerimize ve dinine bağlı olsa, dindarların özgürlükleri kısıtlanmasa, İmam Hatipler gibi dini eğitim veren yerler olsa, Kuran kursları rahatça açılsa, başörtüsüne izin verilse, bu gibi olaylar hiç olmayacak. Bizim dincilerin pek bir sevdiği kudretli Osmanlı zamanında olur muydu bunlar hiç? Ne zaman ki cumhuriyet geldi, laiklik belası çıktı, işte o zaman memleketin düzeni bozuldu. Ama bakalım kazın ayağı öyle mi?”EK: Laiklik geldi de Oğlancılığın düzeni bozuldu! Ostüzü.
           Celâli İsyanları üzerine detaylı bir kitabı olan Mustafa Akdağ’dan hareketle meseleye bakalım (“Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası”, Ankara: Bilgi Yayınevi, 1975). Osmanlı üzerine iki kitabı daha olan Akdağ ne yazık ki çalışmalarını tamamlayamadan 1972’de ölmüş. Söz konusu kitabı bu isyanlar hakkında hâlâ temel bir eser. İşi medrese öğrencileri üzerinden ele alalım. Aşağıda anlatacaklarıma, Akdağ büyük boy kitabında toplam 130 sayfa ayırmış.

            Her biri bir vakfın kurumu olan Anadolu ve Rumeli’deki medreseler, 16. yüzyıl başlarında öğrenci yığılmaları ile karşılaşıyor. Zira bu yüzyıl başlarında Osmanlı’daki ekonomik durum nedeniyle, köylerde geçim olanakları daralmış bulunuyor. Aileler çocuklarını medreselere göndererek, onlara gelecek sağlamaya çalışıyor. Lise çağındaki bu medrese öğrencilerine “suhte” deniliyor. Medreseleri bitirip diplomalı olanlar da devlet tarafından kadılık, naiplik, müderrislik, imamlık gibi görevlere atanıyorlar.

            Tabii, bu medreseler yatılı. Öğrenciler “imaret” denilen öğrenci yurtlarında kalıyorlar. Bu yurtlara girmek için de ergenlik çağında olmak gerekiyor. Yalnız, bu yurtlar pek öyle güzel yerler değil. Nitekim Akdağ’ın dediğine göre, “16. yüzyıl medreselerini ve imaretlerini incelediğimizde, buralarda o kadar uzun yıllarını geçiren öğrencilerin, ruhsal bunalım içine yuvarlanmaktan kendilerini kurtaramayacak koşullar içinde yaşadıklarını görürüz,” (s. 154). Yurtlar hücrelere ayrılmış ve her odada 3 ilâ 5 öğrenci kalıyor. Yurt binaları dörtgen biçimindeki bir açıklığı çevreleyecek şekilde inşa edilmiş. Hücreler yan yana sıralanmış hâlde ve dış bahçeye ya da sokağa bakan küçük pencereleri var. Ancak duvarlar kalın olduğundan içeriye yeteri kadar ışık girmiyor. Akdağ'dan devam edelim:

          “Ömürlerinin en genç ve kızgın çağını, bu dışa kapalı, dar, karanlık ve kubbe biçimindeki, tavanından karanlığın hayalleri sarkan bu hücrelerde geçirmek zorunda kalan öğrencilerin, ara sıra çıktıkları şehrin sokak ya da çarşı ve pazarları da, onların gençlik ihtiyaçlarına kesinlikle kapalı bulunuyordu. Gizli çalışan, yakalandıkça da şuraya buraya sürülen fahişeleri bulmak çok zor bir işti,” (s. 155). Çünkü bu gibi yerlerde asayişi sağlamakla görevli kişiler (subaşı, asesbaşı, asesler, yasakçılar) kimseye göz açtırmamaktadır. Üstelik bunlara bol para cezası kesme yetkisi de tanınmıştır. Bu yüzden kız ve erkekleri sokakta konuşurken, hatta bakışırken bile yakaladıklarında ceza kesiyorlardı.

              “ Bu koşullar altında öğrenciler hem derslerine çalışacak iradeyi kendilerinde bulamıyor, hem de cinsel hayallerini kamçılar tarzda yapılmış olan hücrelerde kendilerini eşcinsel davranışlara kaptırıyorlar. Böylece eşcinsellik öğrenciler arasında yayılarak bir alışkanlık hâlini alıyor. Dahası, bu öğrenciler çarşıya çıktıklarında saldırgan, zorba ve eşkıya davranışlı oluyorlar. Asayişçiler ile çatıştıkları için de, bir yandan iyice azıtıyorlar, diğer yandan örgütlenip silahla karşı koymaya başlıyorlar. Akdağ, eğitiminin çoğunluğu günah-sevap konusu üzerine toplanmış olan, yani ahlâk amacı güden medrese derslerinin, bu olayları engelleyici hiçbir etkisinin olmadığına dikkati çekiyor. Tekrar Akdağ’dan devam edelim:”

            “Halk ağzında ve yazılı dilinde genel olarak “suhte” deyimi ile sözleri edilen medrese öğrencilerinin, genç çocuklar ile düşüp kalkmaları, toplum ahlâkını kemiren bir alışkanlık hâlinde sürüp gidiyordu. Yalnız bunlar değil, “levent” dediğimiz, köyden kente gelmiş, işsiz güçsüz dolaşan ve “bekâr odalarında” her türlü ahlâksızlığı yapmaktan çekinmeyen ergen kitleler de, bu doğa dışı cinsel sapıklıkları huy edinmişlerdi. Kadın-erkek ilişkilerini son derece kısıtlayan, hatta fahişeliğe bile göz yummayıp, bu gibi kadınları oradan oraya süren o dönemin yobazlığının, asayişçilerin cerime (para cezası) çıkarabilmek için, bir erkekle bir kadını konuşurken de olsa yakalayabilme gayretlerinin, suhte ve leventlerin bu söylediğimiz doğaya aykırı alışkanlıklarını bütün, bütün kamçılamakta olduğu bir gerçektir. Bu incelediğimiz sıralarda, hatta birer meyhane gibi kullanılan bozahanelerin işleticileri, bu gibi yerlere doluşan ergen müşterileri için “taze oğlanlar” bulundurmakta ve yasakları da hiçe saymaktaydılar,” (s. 158). [Akdağ’ın fahişeliğe “göz yummamayı” yobazlık saydığına dikkatinizi çekerim.]”

             Hatta 16. yüzyılın ortalarında öğrenciler işi o kadar azıtıyorlar ki, şehir ve kasabalarda kızları ve oğlanları kaçırmaya başlıyorlar. Küçük gruplar ve bölükler hâlinde isyan hareketlerine girişiyorlar, soygun yapıyorlar. Öğrenci şefleri yönetiminde örgütleniyorlar. Birçok olayda, suhteler para ya da “taze oğullarını” vermekte zorluk çıkaranlara işkence yapıyorlar. Sinirlerini çıkarıyorlar, ellerini ve ayaklarını kesiyorlar. Kimilerini ayaklarından asıyorlar. Pek çok kişiyi katledip, birçok kişiyi ölene değin dövüyorlar.”

             “Akdağ bu türden olayların Anadolu’nun verimli bölgelerinde yer alan şehir ve kasabalarda meydana geldiğini aktarıyor. Buralar medreselerin ve öğrenci yurtlarının kalabalık olarak bulunduğu yerler. Öğrenciler bölükler hâlinde köyleri ve evleri basıyorlar, malları yağmalıyorlar, parasına ve malına göz diktikleri zenginleri öldürüyorlar, yakışıklı ve güzel oğlanları kaçırıyorlar. Bu yakışıklı oğlanlara “sâderû” deniliyor. Kaçırma olayına ise “oğlan çekme” adı veriliyor. Hatta hamam basıp oğlan çekenler dahi var. Maalesef, bu olaylara hükümetten ve o yöredeki yetkililerden de karışanlar oluyor. Bu kişiler baskınlardan pay ya da rüşvet alıyor. Akdağ’san devam (dili bir-iki yerde düzelttim):”

             “İmaretlerde yaşamlarının en genç ve cinsel yönden en bunalımlı dönemini geçirmek zorunda bulunan, sokakta kadın ya da kız yüzü görmelerine çağın “kaç göz” ya da “namahremlik” anlayışındaki pek sıkı kuralların engel olduğu bu insanlar, imaretlerinin ve medreselerinin “hücrelerinde” çirkin ahlâksızlıklarla kendilerini tatmine çalışırken, elbette kanlı olaylar çıkarmaktan da kendilerini alıkoyamıyorlardı. Sokakta şunun bunun gençlik çağına yeni girmiş ya da girmek üzere olan erkek çocuklarını Uludağ’a, ıssız bahçelere kaçırmak, hücrelere kapatmak, hamam yollarını gözetleyerek gelip giden kadın ve kızları önceden hazırladıkları eve, medreseye, imarete zorla götürüp içki içirmek yoluyla ırzlarına geçmek, şaşılmayacak günlük olaylardı. Nitekim mahkemelerde görülen pek çok cinayet, yaralama, fuhuş ve benzeri yargılanmalardan, bunlara ait olanlar az değildir.” (s. 192)

                   Akdağ bu olaylara sayfalar dolusu örnek veriyor. İki tanesini özetleyerek aktarayım:

         “Bursa zaimi, yani subaşısı Nebi bin Abdullah, 7 Temmuz 1572’de mahkemeye Ayşe ve Emine adında iki kadını çırılçıplak bir hâlde getiriyor. Kadınların anlattıklarına göre, hamamdan dönerken üç suhte yollarını kesiyor. Bıçak çekip kadınları korkutuyorlar ve akşam namazından sonra medreseye kapatıyorlar. Bütün giysilerini ve hamam takımlarını alıp, kadınları anadan doğma soyuyorlar. Gece ne olduğunu tahmin edersiniz. Belki yatsı namazı için ara vermiş olabilirler. Kadınlar sabaha karşı, öldürülmek üzere iken kaçmayı başarıyorlar. Attıkları çığlıklar üzerine mahalleli yardımlarına koşuyor. Mahkemede mahalleliler toplu hâlde şikâyette bulunuyorlar. “Sözü geçen medresede bu tür ahlâksızlıklar hiç eksik olmuyor, içeride kopan feryatlardan evlerimizde oturamaz olduk, korkudan elimizden bir şey yapmak gelmiyor,” diyorlar. (s. 193)

          “ Bir tane daha: Sonusa ve Samsun’daki suhteler Tokat’a bir sâderû (taze ve yakışıklı oğlan) getiriyorlar. Halk da suhteler ile çatışıp oğlanı kurtarıyor. Mahkemede oğlan, suhtelerin kendisini kaçırdıklarını söyleyince, yeniçerilere emanet ediliyor. Ancak 30 suhte geceleyin bu yeniçerilerin evlerini basıyor, aralarından birini öldürüyor, diğerlerinin kulaklarını ve burunlarını kesiyor ve oğlanı alıp kaçıyorlar. Sadece şefleri yakalanıp asılabiliyor. (s. 182)

Mahkemeler yakalanan öğrencilere suçlarını itiraf ettirmek için işkence yapıyor. Eğer bunların işledikleri suçlar ağır cezaya çarptırılmak ya da asmak için yeterli olmuyorsa, mahkeme yeni suçlar yaratıyor ve iftiracılık yaparak işi hallediyor. Buna “siyaset kararı almak”, yani ölüm cezasına çarptırmak deniliyor. Bu işi emreden de İstanbul’dan gönderilen fermanlar. Hatta padişah Yavuz Selim 1519’da Bursa sancak beyine ağır bir ferman yollayarak, yakaladıklarının hemen siyaset edilmesini istiyor. İşkence “örf” ya da “örf-i marûf” olarak adlandırılıyor. İşkence yapılırken ölenlere ise “örfte telef oldu” deniliyor.”

             “Kimi zaman tam bir ayaklanma biçimini alan bu öğrenci gruplarını bastırmak için, erlerden ve sipahilerden oluşan kovuşturma güçleri kuruluyor. Bunlara “isyancıların demleri hederdir”, yani “öldürülmelerine izin verilmiştir” yazan birer hüküm sureti veriliyor. Fakat bu güçler önlerine çıkan herkesi sorgusuz sualsiz “eşkıya” deyip katlediyorlar. Bu yüzden pek çok masum genç öldürülüyor. Bu insafsızca cezalandırma karşısında İstanbul’a seslerini duyuramayan aileler ve akrabalar, ya çocukları saklama yolunu seçiyor ya da isyana kendileri de katılıyor. İşin güzel tarafı, ölü ya da diri ele geçirilen öğrencilerden çıkan mal ve paralar devlet hazinesine gidiyor; soygun malı ve parası da bunları öldürenlere veya yakalayanlara ait oluyor. Yani soyulan halka mal ve paraları geri verilmiyor!”

                Profesör Dr.Mustafa Akdağ’ın şu sitemi ilginç. Şöyle diyor:

             
“Bu tür ahlâk dışı olaylar açıktan alıp yürüdüğü hâlde, imam, müezzin, müderris ve benzeri hacı-hoca takımı, nasıl olup da önleyici büyük tepkiler gösterecek bir insanî duygusallık göstermediler, anlamak güçtür. Hâlbuki aynı çevreler, kadın-erkek buluşumları açığa dökülecek kerteyi bulduğunda, hemen toplu hâlde mahkemeyi boylayıp, kıyameti koparıyorlardı.” (s. 158–9)
               “ İşte size ecdadımız Osmanlı’dan insan ve memleket manzaraları. Şu öğrenci yurtları size günümüzdeki “ışık evlerini” ya da birtakım cemaatlere ve tarikatlara ait öğrenci yurtlarını hatırlatmıyor mu? Hrant Dink’i öldürenlerden bazıları nerede kalmıştı? Ya cinsel yönden azıp oğlan kaçırmaya ne demeli? Allah’a şükür bugün en azından bunu yapmıyorlar, onun yerine internette çocuk pornosu izliyorlar – medeniyet efendim! Devlet görevlileri de işlere karışmış. Eh, buna zaten alışkınız. Hatırlayın, zamanında doğuda 12 yaşındaki bir kız çocuğuna defalarca tecavüz eden birtakım görevlilerin olduğuna dair haberler dinlemiştik.”
           “Anlayacağınız, bugün bu işleri yapanların dedeleri de aynı haltı işliyorlarmış. Aynı tas aynı hamam. Akdağ’ın özellikle giderilemeyen cinsel ihtiyaçlardan bahsettiği dikkatinizi çekti mi? Ya da kadın-erkek ilişkilerini hepten yasaklayan yobaz zihniyete yaptığı vurgular? Fahişelikten bile bahsediyor kendisi. Bunlar için verdiği örnekler size İran’daki benzeri “ahlâk önlemlerini” hatırlatmadı mı? Bu olanlar, karşı cinsle ilişkiyi yasaklayan bir düzenin varacağı son noktayı güzel gösteriyor, değil mi? Kim bilir şimdiki tarikat yurtlarında ya da ışık evlerinde neler oluyor da, haberimiz olmuyor.”
“EK: Bal gibi haberimiz oluyor!
          “Demek
ki, dinî eğitim vermekle, millî gelenekleri savunmakla, din eğitimi veren medrese tarzı okullar açmakla vs. ile memleketin ahlâkı düzelmiyor. Bizim memlekette hâlâ bu tür şeyleri savunan insanlar var. Kafalarını hiç çalıştırmıyorlar. Diyorum hep, diktatör lazım bize, …” bliyaal


İzleyiciler

Blog Arşivi