31 Ağustos 2012 Cuma

799- BAŞLARI EĞİK PAŞAMIZA, DİMDİK YAZI!


         OSMAN TÜRKOĞUZ
         osmanturkoguz@gmail.com
         TÜRKİYE; 31 AĞUSTOS 1922

            
İletimi iletme yazım:
             Dimdik görev yaptığımız için, duruşumuz da, bu nedenle yazılarımız gibi dimdiktir. Çünkü ve dahi çünkü Biz Mustafa Kemal'in askeriyiz. Ne büyüklerimizin, ne   Atatürk düşmanlarının   önünde eğiliriz, ne de küçüklerimizin önümüzde eğilmesine izin veririz! Biz, haddimizi biliriz.
        
                    BAŞLARI EĞİK PAŞAMIZA, DİMDİK YAZI!
         Baş ile selam; geride dimdik duran Yaver gibi, dimdik durarak, başı sertçe öne eğmek suretiyle verilir. Bu, ”ben, kişiliğimi yitirmeden, size saygımı sunuyorum”, demektir.
Pizza Kulesi gibi; ya da İtalik Yazı gibi eğilmek, ”size biat kültürü” ile bağlıyım ve önünüzde eğilmem de, kişiliğim ve temsil ettiğim Türk Silahlı Kuvvetlerinin Onurunu size emanet ettim !” Demektir.
Bu eğiliş te, ordudan kayıt silme tekliflerini , ”mahkeme kararı yok!” Diyerek geri çevirenlerin emri ile Kırk Komutanımızın kaydını MGK’DE silmeye, Hasdal ve de Silivri’ye EVET! Demektir!
         Sayın Necdet Özel Paşa Hazretlerimiz; Türk toplumun lâkap verme geleneğine uymak durumundayım.
İzmir’in Yunan İşgaline göz yuman valisinin Halkımız nezdindeki adı, Kambur İzzettir.
Yunan işgalini destekleyen Girit asıllı Manisa Mutasarrıfının Hüsnü olan adı da halkımız nezdinde HÜSNÜYSADİS’TİR.
Maslup Miralay Arif Beyin adı da Ayıcı Ariftir.
Düşük gelir vergisi ödemek için Sahte/Naylon/faturalar yaratan Kemal Beyimizin, Maliye Eski Bakanlarımızdan ve Afganlı Dinci Hikmetyar’ın dizinin dibine, Sayın Erdoğan ile çökmüş olan Menkup kişinin adı da Naylon Kemaldir.
Mustafa Kemal’in Harp Akademisinde devre birincisi, Garp Cephesi Komutanlığı Kurmay Başkanı ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Asım Gündüz’ün lâkabı da Kel Asım’dır!
Lâkaplar asla unutulmaz.
Köyün birisinde, iftar yemeğini tıka, basa yiyen köy imamı, Teravi namazını kıldırırken CARTT! Diye yellenir ve utancından köyü yellendiği gece terk eder.
Onbeş sene sonra; halk unutmuştur düşüncesiyle köyünün yolunu tutar. Köye yaklaştığında, kuzularını gütmekte olan bir genç çocuğa rastlar, kimin oğlu olduğunu ve yaşını sorar.
Çocuk:
         “Vallahi Dede, babamın ve anamın anlattığına göre, İmamın Teravi namazında osurduğu Ramazan ayında doğmuşum!” Dediğinde; Hocamız yelken, kürek gerisin geriye yola koyulur!
         Kusurumuza bakmayınız; ”Paşa” yakıştırması nedeniyle, Sayın Recep Tayyib Erdoğan’ın emrine uyarak, bunca Generallerimiz içersinde yalınız ve dahi yalınız Sayın Bekir Coşkun hakkında siz dava açmıştınız.
Bu durumda ve aşağıdaki fotoğrafta görüldüğünüz gibi olmanız nedeniyle bizim ailede size “Eğik Paşa” diyoruz.
Size, 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamaları için bazı şeyler anlatmak zorundayım.
Genelkurmay Başkanlığındaki 30 Ağustos kutlamalarına neden sonra, jandarma genel Komutanını da ilave etmiştiniz. Hem de
”Jandarma, Türk Silahlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçasıdır,” söylemine karşın!
         2 Eylül 1922 tarihinde ve Uşak Kasabamızda; Başkomutan Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in huzurlarına getirilmiş olan Yunanistan’ın Küçük Asya Ordusu Başkomutanı Tümgeneral Trikopis ile O’NUN konuşmaları çok ilginçtir.
Meraklı olanlarımız Rahmetli Halide Edip Adıvar’ın ”Türk’ün Ateşle İmtihanı” kitabından bu sahnenin anlatımını okuyabilir.”
Tümgeneral Trikopis: ”Toplarımız ateşleyemiyorduk. Her tarafta parıldıyan süngüler üstümüze geliyordu… Siz, o zaman neredeydiniz?”
Mareşal Gazi Mustafa Kemal: ”Ben, işte o anda parıldayan süngülerin içindeydim!” Dediğinde şu yanıtı alır: ”Başkomutanı İzmir’de olan bir ordunun yenilmesi bu durumda elbet kaçınılmazdır!”
Ulusal Kurtuluş Savaşı böyle bir birlik ruhu ile kazanılmıştır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanını, subaylarından, astsubaylarından ve eratından soyutlamak mümkün değildir.
Biz neler yaptık?
Kutlama törenlerine yalınız belirli kimseleri davet ettik ve Savaşı kazananları seyirci olarak bıraktık.
Kendimiz çaldık, kendimiz oynadık.
Cumhuriyetin Ellinci Kuruluş yıldönümü törenlerine; Antakya’da 23’üncü Bağımsız Jandarma Er Eğitim Tabur Komutanı olduğum halde, bendeniz de davet edilmemiş, seyirciler arasında bırakılmıştım.
Mustafa Kemal’in Kara Harp Okulu Komutanı Zülüflü İsmail Paşanın, en soğuk günde, sobası yanarken okulun diğer sobalarının yandığını sanmasından bu durumların ne farkı ola ki!
“Efendim, Ulusal Kurtuluş Savaşını Başkomutan kazandığı için, 30 Ağustos kutlamasını 864 Rakımlı tepede oturan ve ”Ne mutlu Türküm Diyene!” Sözünün basitliğini vurgulayan kimse kabul etsin ve dahi o akşamki resmikabulü de o yapsın!” Önerisinin Genelkurmay Başkanlığından gelmiş olduğunu duyarak kahır olmuştuk.
Peki, bu kutlamada, Mustafa Kemal’in son süngü hücumunda bir ve beraber olduğu askerlerinin bulunma hakkı yok mudur!
Orduevlerinde verilmiş olan Resmi Kabûllere davet edilenlerin Hakkı Müktesepleri ne olmuştur!
Türk Ulusunun ve Türk Silahlı Kuvvetlerinin en büyük ve en kutsal kutlama günü öncesinde, Mahkeme kararı olmadan, YAŞ! Kararı ile Kırk Yüksek Rütbeli Komutanının kaydının silinmesinde hiç Subay ve Komutan onuru yok muydu?  
Kasımpaşalı bir Bıçkını belinde tabancası ile yakalayan Polis: Sizi, cinayete teşebbüs suçundan tutukluyorum; belinizde tabanca var!” Dediğinde; pantolonun düğmesini çözen Bıçkın: Beni ırza geçmeye teşebbüs suçundan da tutuklayacak mısınız, burada ırza geçme aletim var da! Demiştir.
”Niyet var! Hani Eylem ve her hangi bir Eyleme teşebbüs!” Sayın Paşa Hazretlerimiz, sizin Ceza Hukuk bilginiz olmayabilir; bu gayetle doğaldır, boyun bükme bilgisizlere mahsus bir eylemdir
Sizin Hukukçularınız da yok mudur! En Cesurunun Esir Kampında tutulduğunu da bilmekteyiz de!
Daha önceleri; YAŞ. Kararları ile TSK’DAN kaydı silinenlere, AKP’Lİ yetkililerin aleyhte şerh verdiklerini size söyleyen olmadı mı?
         Bir Ordu, hiçbir savaşta bu denli yüksek sayıda Komutan yitirmemiştir. Yitirmiş olsaydı savaşı da yitirmiş olurdu.
Türk Silahlı Kuvvetleri, barış zamanı subay, astsubay ve Yüksek Rütbeli Komutan zayiatını hep politik ve iç kavgaları nedeniyle vermiştir.
Enver Paşa’nın 7,000 Alaylı subayın Silahlı Kuvvetlerle ilişiğin kesmesi doğru bir hareketti.
27 Mayıs 1960’ta da subay piramidi tersine dönmüştü: Kara Kuvvetlerimizde Binbaşı, Yarbay ve Albay sayısı 9.250 idi.
Yüzbaşı, Üsteğmen ve Teğmen sayısı da 5000 idi.
7500 subayımızın TSK ile ilişiği kesilmişti.
Eminsucu’lar olarak örgütlenen bu subayların durumları bir problem olarak uzun süre devam etmişti.
12 Eylül 1980’den sonra; jandarmamızın uğramış olduğu haksızlıkları ben yazmayayım!
Bir silahlı kuvvette, Komuta Kademesinin felce uğratılması o silahlı Kuvvetin etkinliğinin azaltılması olduğunu anlatan olmadı mı Sayın Paşa Hazretlerimiz!
Alıntıdır, Sayın Adnan Pelvanlar’dan.
Aşağıda isimleri ve rütbeleri yazılı Askerlerimiz 2012 Yüksek Askeri Şura karari ile 30 Ağustos 2012 tarihinden geçerli olarak  Özel Paşa'nın da imzasıyla emekli edilmişlerdir. Bu nedenle Tutuklu bulundukları Hasdal askeri cezaevinden Silivri Esir Kampına nakledileceklerdir. 


KORGENERALLER:
İsmail Hakkı Pekin, Nejat Bek, Korkut Özarslan, Mehmet Eröz, Tevtik Özkılıç, Yurdaer Olcan. Korcan Pulatsü. Ziya Güler.
TÜMGENERALLER:
Ahmet Yavuz, Gürbüz Kaya Salim Erkal Bektaş, Abdullah Dalay, İhsan Balaban, Berkay Turgut, Bekir Memis. Fehmi Canan, Beyazıt Karatas, Güngör Kurubaş. Halil Helvacıoğlu.
TUĞGENERALLER:
M. Ali Yıldırım, Kasım Erdem, Lokman Ekinci, Gökhan Gökay, Mustafa İlhan, Ali Aydın, Bulut Ömer Mimiroğlu.
KORAMİRALLER:
Mehmet Otuzbıroğlu, Kadir Sağdıç
TÜMAMİRALLER:
Mücahit Şişlioğlu, Cem Gürdeniz, Fikret Güneş.
TUĞAMİRALLER:
Abdullah Gavremoğlu, Ahmet Türkmen, İsmail Taylan, Nadir Hakan Eraydın, Serdar Okan Kırçiçek, Cem Aziz Çakmak, Levent Erkek, Mehmet Fatih Ilgar, Turgay Erdağ.
         Biz, siyasi masalları çok dinlemiş bir Mustafa kemal Nesliyiz.
Sayın cumhurumuzun Başkanı Kulaklarından çok rahatsız olabilir. Hatta hastanede de yatmış olabilir.
Hipodromdaki Geçit Törenine nasıl Cumhurun Başkan Vekili Bozoklu Sayın Cemil Çiçek onun adına ve onun yerine iştirak ettiyse, 30 Ağustos akşamı verilecek resepsiyon onun başkanlığında Türkiye Büyük Millet Vekilleri Meclisindeki kabul salonunda da verilebilirdi!
         Sayın Paşa Hazretlerimiz; hiçbir kılıf Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti değerlerinin üstünü örtmeye yetmez.
PS: Diyanet İşleri Eski başkanlarından Ömer Rıza Doğrul, Müslümanlığa yakışmayan bir davranışı nedeniyle şöyle bir ihtar almıştı: ”Aman Üstat doğrul!”
Askeri kurallara uymayan iş bu selamlamanız için size önerimiz: ”Aman Paşa Hazretleri doğrul!” Olacaktır.
Eğilip te bükülmeden; talimatlarımıza ve geleneklerimize göre, iyi ve doğru selamlar dileğimizdir!
                                          

30 Ağustos 2012 Perşembe

DÜŞMANLIĞIN VE MEZALİMİN SEBEBİ DİN VE DİN ADAMLARIDIR!

797/MALATYA GENELEVİNDEKİ KEZBAN!

OSMAN TÜRKOĞUZ
Çeşmealtı;30 Ağustos 2012

                   MALATYA GENELEVİNDEKİ KEZBAN!

                3. Yanıt, “Kezban, Senden Sonra Öyle Orospular Türedi Ki!”

       Rahmetli Bedia  Muvahhit, Ferdi Ştatzer ile evlenmesine üzülen Cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’e, Ünlü bir Komediyenimiz, Rahmetli Hazım Körmükçü:”Vitamin meselesidir Paşam!”Demişti. Bu sözü merak eden Rahmetli Mustafa Kemal, gecyarısı  huzuruna getirttiği Rahmetli Hazım Körmükçüden  şu açıklamaya dinlemişti:

        “Sayın Cumhurbaşkanımız;vitaminler meyvelerin kabuğunda bulunur!”

         Sayın Meltem Cumbul’u az ve çok iyi tanımaktayız. Üniversite mezunu bir Aktristimizdir.Bunun dışında;”Uygarlık ve Kültürü “tanımlayan bir kitabından da haberdarız.Amerika’da da icrayı sanat ettiğini ve Amerikalı bir Erkek Aktör  ile boyalı basınımızda boy gösterdiğini de izlemişizdir.Çok seneler önce;daha henüz bu vadide acemi sayılırken,Ünlü bir Erkek Şarkıcımızdan Marmaris’te yediği tokatlar da basınımıza yansımıştı.Bu Kızcağız,günümüzün modası gereği kendisinden 12 yaş küçük bir Çıtır ile evlenmiş.Önce;kendisinden çok ve çok yaşlı Bir Evrenselimizle evlenen,Damadın  babası isyan etti.Sonra Ahmet Hakan adlı İmam-Hatip dünyasından  dönen bir yazarımız da bir söz ortaya attı:”kezbanlık!”Tüm toplumun düşünenleri!Mal bulmuş Deniz Fenercileri gibi Kezbanlık sözüne takılıp kaldılar.Erkekler ve hâttâ Kulaklarından rahatsız olan  Sayın A.Gül bile 14 yaşındaki Ortaokul öğrencisi bir Çocukla evlenmedim mi!İslam Peygamberi Hz.Muhamet,06 yaşında nişanlandığı Ayşe ile,54 yaşındayken,Ayşe de  09 Yaşındayken onunla  gerdeğe girmedi miydi!                                                                               30 Ağustos 2012 tarihli Vatan gazetesinde,”GÜNÜMÜZDE KEZBAN ALGISI” başlığı ile uzun bir tanımlama yazısı yayımlandı. Ol talihsiz yazı aynen şöyle:
         Kezbanın pek yakın arkadaşı olmaz; çünkü gerçek bir samimiyet kuramaz,” EK: Amerikalıların altına yatmaz.Türklük bilinci ileride Devlet Başkanımız olacaklardan çok ve çok öndedir!Ostüzü.
“hayatında her an kopması beklenen bir tezgâhın parıltısıdır.Çünkü;ancak kendisi gibilerin ya da bir nevi yancıya ihtiyaç duyarların çevresinde yer alır!”
         Bendeniz, Bloğumdan indirilen çok eski tarihli bir yazımı,Amerikalıların ve Yabancıların altına yatmayı yükselme aracı  sayanlarımızın suratlarına çarpıyorum.
OSMAN TÜRKOĞUZ
      osmanturkoguz@hotmail.com
Çeşmealtı;04 Haziran 2011.
                   MALATYA GENELEVİNDEKİ KEZİBAN!
         “Ulusal Bilinç”adlı yazımı yayımladıktan sonra, bu konuda birkaç yazı daha yazmamı isteyenler oldu. Fırsatı düştüğünde ve 12 Haziran’dan sonra ışığımız yanmasını sürdürürse neden olmasın!
         Şöyle bir düşündüm; Türk toplumu olarak ne Rönesanssı ne de Işıklar Yüzyılını yaşadık. Dondurulmuş Arabî kalıplar içersinde, her sene aynı geçmiş olayları anarak yaşatıldık. Ta ki 23 Aralık 1876 tarihinde, Belçika’nın 1831 tarihli anayasanın yürürlüğü koyana kadar bu durgunluğumuz sürüp gitmiştir. Tarih, Osmanlı tarihçilerinin Padişah’ı ruyuzemine taktim etmek için yazdıkları Padişahlara ait öykülerden ibarettir.. Roman, öykü ve tiyatro gelişmemiş. Kerem ile Aslı; Arzu ile Kamber; Ferhat ile
Şirin ortaya konulabilmiş. Öte taraftan; Türk halkı kendi Kahramanlarını yaratmasını bilebilmiştir. Köroğlu’nu ele alırsak, çeşitli Türk topluluklarında da yaşatıldığını görürüz. Egemenlerin sultası altında ezilen Türk toplulukları, bir eşkıyadan kendisini koruyan ve egemenlerle savaşan bir kahraman yaratmıştır. Keloğlan; kanımca Türk halkının kendisidir. Eşeğini değirmende kaybettikten ve anasından da bir iyice sopa yedikten sonra şehre iner; o gün, şehirde bir sınav vardır. Kim bu sınavı kazanırsa padişahın kızı ile evlenecek ve devleti de yönetecektir. Keloğlan tüm büyüklerin çocuklarını ve de Ulemayı mağlup ederek Padişahın Güzel kızı ile evlenir ve dahi devleti felaketten kurtarır. Darısı 12 Haziran’ın başına derim. Halkını ezenlerin kızlarını hep Keloğlanlar öpüp koklamaktadır!
         1639 Bağdat seferinde de bıyığı olmadığı için dudağına sapladığı taraklar orduyu hümayuna kabul gören Genç Osman vardır. Yeniçerilerden Kayıkçıkul Mustafa O’nun destanını günümüze taşımıştır.
         Türkülerimizden, içinden memleket ve yar özlemi fışkıran “Estergon Kalesi” beni çok derinden sarar. O özlemleri bir kenara bırakarak kupkuru bir tarih yaratmışız. Onun için de kupkuru bir toplum olarak Mustafa Kemal’e kadar gelebilmişiz.
         Namık Kemal’in “Vatan ve Silistire” adlı piyesi, Gedikpaşa tiyatrosunda oynatıldığı gece İstanbul’da yer yerinden oynatılmıştı. Menemen - Emirâlemli Çavuş Abdullah’ın:”Ben ölürsem kıyamet mi kopar!”Söylemi halkımıza bireysel fedakârlık olgusunu hatırlatmıştı. Ondan sonra da, her türlü edebiyat dalı ülkemizde gelişmişti. Anlatımlar, makro anlatımdan bireysel anlatıma dönüşmüştü. Amerikan filmlerinde en büyük toplumsal olaylar, bireysel öykülerin ve fedakârlıkların üstüne bina edilmektedir.”En uzun Gün”de, Amerikalı askerin tavuk ve yumurta ticareti,”Buradan Ebediyete Kadar “da, Astsubayın lakayt komutanının karısı ile aşkı.”Titanik’te de o ünlü aşk. Ağaçları anlatırken hep ormanı anlattık! Önemli olan, önemli bireylerden oluşmuş olan toplumdur.
         Yunanlıların İzmir’e çıkma dedikodularının çıkması üzerine, Rahmetli Parti Pehlivan silahlı bir karşı koymayı organize etmek için Manisa’nın dumanlı dağındaki köylerine gider. Halk: “Bizim Şeyhimiz izin vermeden biz silaha sarılamayız!” Der. Yemyeşil cübbeli ve Beyaz sarıklı, saçı, sakalı biri birine karışmış Şeyh gelir ve:
         “Bizim inancımızda silah ve mermi yoktur! Biz silahla karşı koymaya karşıyız!” Der. Hiç bir kimse de silaha sarılmaz. Teğmen Nuri’nin kurtarmaya çalıştığı 16 seri ateşli topu da ellerine geçiren MANİSA HALKI BUNLARI YUNANLILARA TESLİM EDERLER. O Şeyh, Menemen’de Asteğmen Kubilay’ın başını kör testere ile kesen Yobaz Mehmet’tir ve de Bülent Arınc’ın Dedesidir. Bülent Arınç, Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisi Başkanlığını yapmış Başbakan yardımcımızdır ve Bursa’dan AKP milletvekili adayımızdır.
         Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında; Türk Ordusu Bursa’yı terk ederken şehirde bulunan genelev sakinleri de, Ordumuzla beraber, şehri terk etmişlerdi.
         Yunan Ordusu Konak ve Pasaport’ta Türkleri öldürürken de, İzmir’in bazı minarelerinden, Rum suresi okunarak:
         “Yunanlılara sakın ola karşı gelmeyiniz. Kur’anı Kerim’de Rum suresi vardır. Bundan sonra bizi Yunanlılar yöneteceklerdir!” Diye vaazlar veriliyordu!
          Bu anlatacağım bu olay, aynen Malatya Genelevinde geçmiştir. Bir tatil günü, Amerikalıların Mihmandarı Kısa Boylu bir Türk vatandaşı, bir grup Amerikalı ile Malatya Genelevine gelirler. Genelevleri, kız beğenmek için dolaşırlarken, gramofonundan “Adananın Yolları Taştan” Türküsü dökülen bir Genelevin önünde dururlar. Adı Kezban olan bir Sermaye kadın, Allar içinde ve Şuh bir şekilde, gramofondaki Türküye eşlik etmektedir. Amerikalılardan birisi bu kızı beğenir, işaret eder. Keziban çalışmayacağını söyler. Kısa boylu Türk Mihmandar: ”Bunlar Amerikalı dostlarımız; hem de ücretini dolar olarak ödeyecekler!”Teminatını vermesine karşın, Kezban’dan yine de olumsuz yanıt alırlar. Münakaşaya dökülen olay polise intikal eder. Babayani bir Komiser’in neden bu müşteriyi kabul etmediğini sorması üzerine Sermaye Keziban patlar ve ortalığı çınlatan sesi ile:
         “BEN TÜRK OROSPUSUYUM, KOMİSER BEY. GÂVUR OROSPUSU DEĞİLİM. BANA NE CEZA VERİRLER Kİ, BURADAN BAŞKA GENELEVE SÜRERLER, BENİ YİNE DE GÂVURLARIN ALTINA YATMAM, ÇÜNKÜ BEN TÜRK OROSPUSUYUM!” DER.
         Yaşlı Polis Komiseri, rahatça ağlayabileceği tenha bir köşeye çekilir. Bu kısa boylu Amerikan Mihmandarı da Turgut Özal’dır.
         Sayın Emin Çölaşan’ın Ünlü kitabı—Hangisi ünlü değil ki!—“Turgut Nereden Koşuyor’’ da İzmir Genelevinde yaşanmış ve Polise intikal etmiş bir olayı da anlatmaktadır. O kısa boylu Türk Mihmandarla İzmir Genelevine gelen Amerikalı dostlarımız, kız beğenmek için evleri dolaşırlarken, bir Türk Genci Amerikalılardan birisinin arka cebindeki cüzdanını kapar ve kaçar. O kısa boylu Türk Mihmandar, kendisinden umulmayan bir çeviklikle hırsızın peşinden koşar. Bu kısa boylu Türk Mihmandarın adı da TUTGUT ÖZAL’DIR Sayın Seyircilerimiz.
         Kezbanlar, ayıplı işte çalışıyorlar diye de senelerce sosyal yardım kuruluşlarına kayıtlarını yaptırtmadığımız o Kezbanlar öldüler ve unutuldular. O elleri öpülesi Kezbanın mezarının yerini bulmak mümkün olsaydı, emekli maaşımla O’NA lâyık bir mezar yaptırır Türklük  borcumuzu da ödemiş olurdum. Zira O, Amerikalıların Genelev mihmandarı Devlet Bakanımız, Başbakanımız ve hatta Cumhurbaşkanımız olmuştu da.
         Senelerce önceydi; bir Fransız yazarının—Aklımda yanlış kalmadıysa Prosper Merime’nin—bir öyküsünü okumuştum. Öykünün adı:”Alayın Orospusu!” İdi. Bir Fransız hemşirenin çok ahlaksız ve ele avuca sığmayan Kardeşi Jan’dan çekmediği kalmamış. Bin bir rica ve bin mihnetle Jan’ı askere yazdırtmış. Jan çok başarılı bir süvari asker olmuş Birdenbire Birinci Dünya Savaşı başlayınca Hemşireyi de askeri hizmete almışlar. Bir saldırıda Jan vurulup ölmüş, Ablası Hemşire Françoise de vurulup ölmüş. Hemşire Françoise‘ı cennete almamışlar. O gün ölen askerler cennete giderlerken; Jan, ablasını cennete giden yolun kenarında ağlarken görmüş:
         “Neden ağlıyorsun ablacığım!” Diye sorduğunda:
         “Dinine çok bağlı, her Pazar kiliseye giden, her Hıristiyan yardım eden, eline erkek eli deymemiş bir Hıristiyan kadını olduğumu anlattığım halde:”Bu özelliklerin cennete girmen için yeterli değildir!”Diyerek cennetin kapısını suratıma kapattılar. Ben ağlamayayım da kim ağlasın?”Demiş. Jan:
         “Onun kolayı var, ver elini de atımın terkisine atla!” Demiş. Cennetin kapısına geldiklerinde, cennetin kapısın da duran Hz. İsa’nın Havarilerinden Aziz Yuhanna:
         “Bu Bayan kimdir?” Dediğinde; Jan, gayetle güler bir yüzle:
         “Alayımızın Orospusu, Aziz Yuhanna!” Demiş. Aziz Yuhanna:
         “O zaman, cennete hoş gelmişsiniz, buyurun içeriye!” Emrini vermiş.
         Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal,1923 senesinde Mersin’i ziyaretlerinde tanımış olduğu Dr. Reşit Galip’i çok beğenerek 1925 senesinde, milletvekili olmasını sağlamıştır. Dr. Reşit Galip 1893 Rodos doğumludur. Liseyi İzmir’de bitirmiş, Ağabeysi Hüseyin Ragıp Baydur Diplomatlığı seçtiği halde, O İstanbul tıp Fakültesini bitirir, çok çeşitli görevlerde bulunur.
         Bir akşam yemeğinde, Dolmabahçe sarayında Cumhurbaşkanı gazi Mustafa Kemal’in sofrasındaki yerini alır. Maarif vekili Mustafa kemal’in öğretmenliğini yapan çok yaşlı bir zattır. Kız öğrencilerin etek boylarını mesele yaptığında, Dr. Reşit Galip tarafından ağır tenkite uğrar. Duruma Gazi Mustafa kemal müdahale eder:
         “Bir Vekile böyle hitap edemezsiniz; sonra o benim de öğretmenliğimi yapmıştır!” Der ve beklemediği yanıtını da alır:
         “Bu Beyefendi Maarif vekilliğini yürütemez. Devrim aleyhinde siz bile bulunsanız tenkit etmekten çekinmem!”Der. Mustafa Kemal:
         “Öyle ise sofrayı terk ediniz!” dediğinde de daha sert bir tepki ile karşılaşır:
         “Milletin sofrasıdır terk edemem!”Çok zor durumda kalan Mustafa Kemal:
         “Öyle ise bir terk edelim!” Der ve hep birlikte sofrayı terk ederler.
         Sabahleyin erkenden çalışma salonuna inen Mustafa Kemal, orada çalışmakta olan Özel Kalem Müdürü Tevfik Bıyıklıoğlu’na sorar:
         “Dr Reşit Galip Bey, akşam ne yaptı?”
         “Sayın Cumhurbaşkanım, sabaha kadar pencerenin önünde sigara içerek denizi seyretti. Sabahleyin de benden 25 Lira borç para alarak Ankara’ya gitti.” Der. Mustafa Kemal, kendi, kendine yüksek sesle söylenir:
         “CEBİNDE BEŞ PARASI OLMAYAN BİR ADAM, İNANDIĞI DAVAYI BÖYLE SAVUNUR!” Der.
         Üç ay sonra da, Rahmetli Dr. Reşit Galip Milli Eğitim Bakanlığına getirilir. Darülfünun üniversite yapılmasını ona borçlu olduğumuz gibi, her sabah çocuklarımızın okudukları ANDIMIZI DA,23 NİSAN 1933’TE ONA BORÇLUYUZ. Sağlığı iyice bozulur. Tüberküloz olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığından ayrılır.05 Mart 1934’te aniden vefat eder. Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal, ölüm haberini aldığında; hıçkıra, hıçkıra ağlamıştır. Yaşadığı ve içinde son nefesini vermiş olduğu odada bir divan ve sayısız kitaplarla yüklü bir de kitaplık vardır.Bu odanın resmini yazıma eklemek isterdim.Bugünün vurguncuları acaba utanırlar mıydı?Sizlere Allah Rahmet eylesin ey Keziban ve ey Dr. Reşit Galip   
2 Cengiz
“Menderesi,Özalı örnek alarak ülkenin başında bulunanlar kendi avratlarını sık, sık ABD’YE  gönderiyorlar Özal bir verip üç alıyordu acaba onlar kaç verip kaç alıyorlar ?

3 Yanıt, “Kezban, Senden Sonra Öyle Orospular Türedi Ki!”

  1. 1 Türkan
“Ay bu Amerikalılara pezevenklik yapan Özal daha sonra tüm Müslümanları ABD’YE pazarladı. Ülkemizde dâhil ne demişti bir vereceğiz üç alacağız. ama hiç birini alamadığı gibi bütün Müslüman kadınlarını ABD’NİN  askerlerine peşkeş çekti tıpkı akp ve başkanı Tayyib gibi bölünmüş orta doğu projesi eş başkanı gibi.Özal l ve Tayyib severlere duyurulur.Ama nafile ki kurunun yanında yaşta yanıyor .Tayyib ne demişti ;”Menderes Özal devamıyım” diye oy almıştı; bunları sevenler ABD askerlerine peşkeş çekilen Müslümanlara ne oldu görsünler bir daha düşünsünler.”

 



Bir kaç  dolar  kazanabilmek  için,  yabancıların  önünde eğilen bütün  politikacılarımıza…

İş  adamlarımıza…

Bürokratlarımıza…

Medya  mensuplarına…

Ve  “keşke  İngilizlerin   idaresinde  olsaydık ” diyebilen  o  çok  namuslu  ( anım


29 Ağustos 2012 Çarşamba

796/SAYIN BARAK OBAMA'YA APAÇIK MEKTUP!

OSMAN TÜRKOĞUZ
 Çeşmealtı;28 Ağustos 2012.

            DİNDAŞIMIZ=KİNDAŞIMIZ BARAK OBAMA’YA
                                   APAÇIK BİR MEKTUP!
                        Sayın. Bay Başkan,
         İşinizi, o işlerin ehli olmayan gayrı milli kimselerin eline verirseniz,elinizden BARAKÎ düşmeyeceğe benzemektedir.Sonra;Kasım ayı da çok tehlikeli bir aydır.Ağaçların en üstünde kalan son yaprak ta,Kasım ayında yerlere serilir.Siz,dolarlarınız ve iktidarda tutma vaadinizle kullanmakta olduğunuz AS Başkanlarınızla telefonla konuşurken elinizden kırbacı eksik etmemelisiniz! Bir de ;siz ayak,ayak üstüne atarak oturduğunuz da,AS Başkanlarınızın ve Sürveyanların oturuşlarına da dikkat etmelisiniz!Bizim ülkemizde,patronunun,emir aldığı kimsenin yanında hiçbir kimse ayak,ayak üstüne atarak oturamaz ve hatta,ayakta emir alır!Bu durum,ülke televizyonlarına ve Amerikan basınına yansıdığında korkunun egemenliği sizin çok işinize yarar.Sizin elinizdeki BARAKÎ’NİN marifetlerini merak etmedim değil.Kötek aracı olarak kullanabileceğiniz gibi,uşaklarınız alışkanlıkları gereği, önünüzde domalırlarsa!Ona göre bir BARAKÎNİZ ve yağınız var mıdır?
         Bu BARAKÎNİZ bana Kazıklı Voyvoda=Kont Drakula=VOYVODA VLAD TEPEŞ’(1431/1476/’İN, insancıkları üzerine oturttuğu  Kazıkları da  anımsattı. O VİLADİLERİNİ/Kazıklarını/,kazığa oturtacağı kişinin Dötüne göre değil de,rütbesine ve mevkisine göre seçerek kullanırmış.Kazığa oturttuğu insanların kanını içtiği de söylenmektedir.Siz Amerikalıların,demokrasi ve uygarlık getirmek amacı ile işgal ettiğiniz Müslüman ülkelerindeki,cinayetlerinizi,işkencelerinizi,katliamlarınızı,ırza geçmelerinizi tüm insanlık bilmektedir.Benim merak ettiğim bunca Demokrasinize uğramış zavallıların kanlarını ne yaptığınızdır!                                                                                                                                Kont Vlad Tepeş, esir aldığı Hamza Paşa Komutasındaki Osmanlı askerlerinin tümünü, rütbelerine göre seçmiş olduğu kalınlıktaki sopalarının üstüne oturtmuştu.Ve bendenizin dikkatimi çeken bir temizlik aletinin adı da var:VİLADİ.Plastik temizlik kovası.Bu kovanın başı yerde ,dötü de havadadır.Bezleri temizlikte kullanılarak  kirlenen ucu bezli sopaların bezli ucu bu VİLADİNİN deliğinden içeri sokularak kıvrılarak temizlenir.Bu temizlik kovasına bu ad neden verilmiştir.Sizin CİA’NIN kulakları  uzundur,bi zahmet bunun nedenini öğreniverseler!As başkanlarınızın kullanılma sürelerine de dikkat etmeli,Bin Ladini de unutmamalısınız!İyi Barakîler Sayın Kindarımız!

27 Ağustos 2012 Pazartesi

796/ÖLÜM ÜZERİNE SERENAT!

                            

            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@gmail.com
         Çeşmealtı;26 Ağustos 2012.
                           “En Son savunmaya Düblük!”
“Ölüm, fizyolojik bir Rezalettir!”Alberte Camus. Bence, ölüm dünyaya gelmenin bedelidir. Ey!Aracı ağaca toslayarak ölen Varoluşçu Filozof!Ostüzü.
                   ÖLÜM ÜZERİNE SERENAT!
“Merhaba Sayın Osman Bey Saygılar.
Bir hayranınızı kaybettiğinizi biliyor muydunuz?
www.Anadolulular sitemde ki yazılarınızı Fransızca okuyarak sizlere hayran olduğunu ve beğendiğini defalarca dile getiren, bir hayranınızı kaybettiniz.
Jacgueline Riche
Rahmetli kendisi Belçikalı bir Profesör aynı zamanda benimde kayınvalidem olurdu!
Yazımı bağlamadan önce bana ve Anadolulular web sitesine vermiş olduğunuz destek beni mutlu kılıyor teşekkürler Osman Bey.
Saygı ve Sevgilerimle
 Keziban Souris 
 Yanıtla Yönlendir
Osman Türkoğuz
Kime: Keziban “Acele yanıtım:
HER ÖLÜM OLAYINDA, bir Kızılderili Kabile Reisinin özdeyişini anımsarım:"Doğduğumuzda, biz ağlarken herkes gülmektedir. Öldüğümüzde de arkamızdan herkes ağlarken biz gülmeliyiz!”!"Rahmetli ve Cenneti mekânı olan Profesör Jacgueline Riche Han'ımı sağlığında tanımak isterdim. Tüm mesele kısmet işindedir.02 Ağustos 1962 senesinde;bir topçu uçağında üç kişi Ankara'ya uçacaktık.Komutanlarımız “denetleme var” diyerek,bana  izin vermediler.O gün içimi sınırsız bir sıkıntı kaplamıştı.Telsiz memurumuz büyük bir üzüntü ile:"Sayın Komutanım;sizin bir devre arkadaşınız topçu pilotu vardı ya,o yarım saat önce makinisti ile birlikte Gaziantep hava limanında,uçağı düşerek  şehit oldular!"Dedi.Hemen bu vardı ya! sözünden aklıma bir şiir geldi:"Ölmek ne unutmak/ne de unutulmak/Ölmek,varken vardı olmak!"Ölümlerin alternatifi yeni doğumlar olsa gerek.Mevlana;Eşi ölen yazıcısına,ikinci kitabına başlaması için:"Yaz bakalım Hüsamettin;kanın süt haline gelmesi için bir doğum gerekir!"Demişti.Başımız sağ olsun,sevgi ve saygılarımla.”Dedim ve Rahmetli Cahit Sıtkı Tarancı’nın 35 Yaş şiirini de yazıma ekledim:
OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir, bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı TARANCI
RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
YAHYA KEMAL BEYATLI
                         GÜLLER BİLMESİN ÖLDÜĞÜMÜ!
                Ben öldüğüm zaman;
                        Gül bahçelerinden geçerken
                        Benim şarkılarımı söyleyin.
                        Güller ve Bülbüller, öldüğümü bilmesin.
                        Sarıgülüm üzülüp te, kahrolup ta solmasın.

                        Ben öldüğüm zaman;
                        Kitaplarımı ve yazılarımı saklayın,
                        Benim gittiğim yollardan
Türküler söyleyerek yürüyün,
              ATATÜRK'ÜNIŞIKLARI SÖNMESİN,                                                                                                                                                           Öldüğümü duyup ta Hainler sevinmesin.

                        Bir gül koyun bilgisayarıma,
                        Arada, sırada tozunu da alın,
                        Emeği çoktur bende, inkâr edemem,
                        Öldüğümü sanıp ta kahrolup, üzülmesin.

                        Telefonları kapatın iletişime,
                        Beni aradığında O,öldüğümü duymasın.
                        Anılarımızla yaşasın hayatın kıyısında
                        Anılarımız da heba olup gitmesin.Osman Türkoğuz
SESSİZCE O AĞLAYACAK BİLİYORUM!
Ne zelzele olacak, ne volkanlar patlayacak;
Ben öldüğüm zaman hiçbir şey değişmeyecek;
Hiçbir şey değişmeyecek günlük hayattan,
Yine komşu okulun zilleri sekizde çalacak,
Yine çocuklar oynayarak sınıflara dolacak.


Hiç üzülme yüreğimde sakladığım,
Ölümle tüm zamanlar bizim olacak.

Yine kumrular gelecekler penceremize,
Yine ezanlar okunacak vaktinde.
Ha bir yaprak düşecek dalından yere,
Ha bir balık vuracak o eski sahillere.

Zaman yalınız bende duracak,
Saatler yine de tam vaktinde vuracak.

Yakınımdakiler hüngür, hüngür ağlarken,
Ben için, için güleceğim yalınızca ve gizlice;
Çok uzaklarda, deniz kıyısında birisi,
Öldüğümü üç gün sonra duyacak,
Yakasına bir SARIGÜL takarak, için, için
Ve sessizce ağlayacak.
İşte o zaman ben de ağlayacağım
Gözyaşlarımı içime akıtarak.
Ben varken vardı olacağım;
Benden vardı diye de söz edecekler.
Öleceğimi ne Ahmet Bey’e, ne de
Gönlü ile gören o kıza söyleyeceğim;
Arkamdan ağlayacak görmeyen gözleriyle
Ve türküler besteleyecek benim için belki de
.
Cenazemi kütüphaneme koyacaklar;
Kitaplarım, bilgisayarım ve klavyem dilsiz;
Merak içindeyim sormayın, ne yapacaklar bensiz.
Kapımdan çıkarırlarken cenazemi, aklıma bir soru takılacak:
Kim getirecek bu evin ekmeğini benden sonra;
Kim dökecek bu evin çöplerini ve
Kim değiştirecek gaz tüpünü ve su bidonunu?
Geri dönesim ve gülesim geldi:
Buncacık mesele için ölüm oyununu bozmaya değer mi?
Ölüm raporu, defin ruhsatı ve maaş bağlatma işi
Eşimi çok yoracak bu işler, bereket Ahmet Bey var.
O’NUN bu konuda kitabı ve koskocaman yüreği var.
Sonra da beni caddeye indirecekler
Ve tabutumun üstüne serilmiş bir ALBAYRAK ve gölgesinde BEN;
Cenazem geçerken yollardan,  çift sıra olmuş insanların başlarını öne Eğdiklerini göreceğim ve kıvanç içinde;
“Ula Osman bu manzara bile ölmeye değer!”Diyeceğim,
Ayıp olmasa hepsinin gözlerinden öpeceğim.
Sonra da götürecekler köyümüzün mezarlığına;
Bir asker mangası üç el silah atacak
Ve tüm ölüler birisi geldi yine diye kahkahalar atacak.
Önce imam soracak, oradakiler "iyiydi!"Diyecekler
Onların vergileriyle okuduğumu da biri birlerine söyleyecekler.
Anam Âlime kadın namuslu bir kadındı;
Mezarımın başındaki imam, hayatınde ilk defa
Babamın adıyla bana seslenecek ve böylece                                                                  Analarının namusunu tün insanlar öğrenecek.
Ben SARI GÜLLÜ birisini çok özleyeceğim,
Ölmesin diye dualar etsem de
Yanıma gelmesini de çok bekleyeceğim.
En son mezarımın başından Yeğenim Fulya ayrılacak;
Gözlerinde sevgi ve yüreğinde imanla:"
"Hey gidi Osman Albayım Hey diyecek;
"Biz subaylar tutuklanır mı derken,
Ne vardı hemen ölecek erkenden?"Osman Türkoğuz
       KALDIRIMLAR
                               Necip Fazıl kısakürek
Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla, damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi...

Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.

İkinizin de ne eş, ne arkadaşınız var;
Sükût gibi münzevi, çığlık gibi hürsünüz.
Dünyada taşınacak bir kuru başınız var;
Onu da, hangi diyar olsa götürürsünüz.

Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...

Bir esmer kadındır ki, kaldırımlarda gece,
Vecd içinde başı dik, hayalini sürükler.
Simsiyah gözlerine, bir an, gözüm değince,
Yolumu bekleyen genç, haydi düş peşime der.

Ondan bir temas gibi rüzgâr beni bürür de,
Tutmak, tutmak isterim, onu göğsüme alıp.
Bir türlü yetişemem, fecre kadar yürür de,
Heyhat, o bir ince ruh, bense etten bir kalıp.

Arkamdan bir kahkaha duysam yaralanırım;
Onu bir başkasına râm oluyor sanırım,
Görsem pencerelerde soyunan bir karaltı.

Varsın, bugün bir acı duymasın gözyaşımdan;
Bana rahat bir döşek serince yerin altı,
Bilirim, kalkmayacak, bir yâr gibi başımdan...

            NE ÇARE!
Bir dalda, kırmızı gül, yeşil yaprak,
Mor diken.
Ölümlere alışmışım ne çare;
Deniz, deniz hasretindir,
Dağ, dağ içime çöken. Osman Türkoğuz.
            Ölmek; bir derenin nehirle, bir nehrin denizle, bir denizin de Ana denizle birleşmesidir.Ölmek,vakti geldiğinde,bir gül yaprağının toprağa düşmesidir/Ölmek tüm canlıların yaratanı ile birleşmesidir.Ölmek,doğmanın ve yaşamın sevincini başkalarına bırakmaktır.Ölmek,verilmiş olan bir ömrü tamamlamaktır.















İzleyiciler

Blog Arşivi