15 Haziran 2011 Çarşamba

397-KUBİLAY OLAYI VE GERİCİ AKIMLAR;2

                                           

                        OSMAN TÜRKOĞUZ
                        osmanturkoguz@hotmail.com
                        Çeşmealtı; 12 Haziran 2011.

                                          KUBİLAY OLAYI
                                                VE                                                                                                                                                                                         GERİCİ AKIMLARIN GERÇEK NEDENİ.
                                         İKİNCİ BÖLÜM
            İlgi:07 Haziran 2011 tarihli BİRİNCİ BÖLÜM.
            Aşağıda fotokopisini vereceğim namaz ve dua örnekleri, Süleymancıların Namaz ve dua kitaplarıyla Fazilet Takvimlerinden alınmıştır. Kur’anı Kerim’de bu şekilde ne bir dua ne de bir namaz şekli vardır; namaz kelime olarak geçmektedir. Bu, doğrudan doğruya beyin yıkama ile ilgilidir. Mustafa Kemal’in akıl ile inanma kavramına göre vermiş olduğu örneklere aykırı ve dahi zıttır. Bir bakmamızda yarar ummaktayım.


               FOTOKOPİLER ÇIKMAMIŞTIR. 27-39 SAHİFELER

            “Efendiler ve Ey Millet! Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti Şeyhler, Dervişler, Müritler ve Meczuplar memleketi olamaz. En doğru tarikat, medeniyet tarikatıdır.
            Medeniyetin emir ve talebettiğini yapmak, insan olmak için şarttır.”
            Bunlar, blöf ve boş sözler değildir. Bunlar, Erzurum Kongresi sırasında, Mustafa Kemal’in bir arkadaşının not defterine sıra ile yazdırdığı sosyal hayatımızın yeniden insan gibi yaşamamız için düzenlenme sırasıdır. (Rahmetli Mazhar Müfit Kansu)
            Şapka giyilmesi gündeme gelir ve hemen Kastamonu’da uygulamaya konulur. Hakkari’deki Nasturi ayaklanması  ve Şeyh Sait ayaklanması İngilizlerle,Gerici politikacıların  din bezirganlarının işidir.
            1926 Haziran ayında; Cumhurreisimiz Gazi Mustafa Kemal’e İzmir’de suikast düzenlenir. Cumhuriyetin ilanından sonra, çağdaş yenilikleri önlemeye yönelik engellemeler ve her türlü ihanetler sürdürülür. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi açılır. Kadın Hukukçularımız da Türk adalet sistemindeki yerlerini alırlar. Atatürk ilkeleri 1924 Anayasamızdaki yerlerini alırlar.1945 senesinde,1924 Anayasamız Türkçeleştirilir. Demokrat Partisi, Terakkiperver Cumhuriyet Halk Partisi ve Serbest Halkçı Partiden sonra Türk siyasi hayatında yerini alır.14 Mayıs 1950 genel seçimlerinde Demokrat Partisi iktidara gelir ve gerici çevrelere de gün doğmuş olur. Ezanın Arapça okunması düzenlenir,1924 Anayasamız aynen kabul edilerek Atatürk ilkeleri Anayasamızdan çıkartılmış olur. Demokrat Partinin iktidardan düşme korkusu siyasi hayatı çıkmazlarla sokar ve 27 Mayıs 1960’ta Türk Silahlı Kuvvetleri Yönetime el koyar. Anayasa Mahkemesi, Askeri İdare Mahkemesi,Uyuşmazlık Mahkemesi ve Askeri Yargıtay, TİE. Gibi yeni organlar oluşturulur.
            1961 Tarihli Ordinaryüs Profesör Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun hazırlamış olduğu özgürlükçü Anayasamızın 154’üncü maddesiyle ve 1982 Anayasamızın da 174’üncü maddesiyle de devrim kanunlarına Anayasal güvence getirilir:

                                     BEŞİNCİ KISIM
                                   ÇEŞİTLİ HÜKÜMLER
         1.İnkılâp kanunlarının korunması
         MADDE174.-Anayasanın hiçbir hükmü, Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarma ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden, aşağıda gösterilen inkılâp kanunlarının, Anayasanın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanmaz.
                   1.3 Mart 1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu;
                   2.25 Teşrinisani 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisası Hakkında Kanun;
                   3-30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun;
                   4-17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikâh esası ile aynı kanunun 110’uncu maddesi hükmü;
                   5-20 Mayıs 1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkânın Kabulü Hakkında Kanun,
                   6-1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun;
                   7-26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına dair Kanun;
                   8-3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine dair Kanun.
         Anayasamızın 26,27 ve 29’uncu maddelerine bile tahammül edemezken,20 Nisan 1340 tarihli ve 491 sayılı Anayasamızın (83)üncü maddesinde “Tabii Hâkim ilkesi” varken;--Madde83-Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir mahkemeye celp ve sevk olunamaz-- Sıkıyönetim ve Devlet Güvenlik Mahkemelerini kaldırarak, Başsavcılığını yaptığınız Özel Mahkemeler ve özel seçilmiş Müddeiumumîler eli ile işlenmemiş suçların sanıklarını, ceza verircesine, süresiz tutuklatarak, Silivri esir kampına gönderebilirken NASIL BİR ANAYASA? Sayın RTE;
         “Bana oy veriniz de, yeni bir anayasa yapayım!” Demenizin manasını biliyoruz:”Tüm mahkemeleri kontrolüm altına aldım. Yeni seçilecek TBMM’İNDE DE kontrol elimde olacaktır! Getirmek istediğim şeriat sistemine dair yemin ve kasemimi de biliyorsunuz!”
         Güçlerini dağıtan bir komutan nasıl yenilirse; çeşitli ve siyaset bilimine aykırı oy bölmelerinin ve bireysel acımalara göre davranmaların sonu da yenilmektir. Halkımıza kızma hakkımızı nereden çıkarıyoruz! Yenilenler liderlerdir. Devrimleri yapmış, Ülkemizi ve Türk Halkını İkinci Dünya Savaşının felâketlerinden korumuş, ülkemize demokrasiyi getirmiş bir siyasi partiye ”YENİ” sıfatı takarak, Atatürk’ten kaçanlar Partisiyle bir hizaya getirmek, seçimden önce de paldır, kültür USA’ YA gitmek ve onların ağzı ile konuşmaktan ne beklenir? Aydınlar kendilerini pazarladıkça”Demokrasi” söylemine sarılanlarımızın halkımıza tepkisi nedendir?”                                                                                              “Her şey mükemmelken yenilmenin hesabı Komutanlardan sorulmalıdır!”Mareşal Gazi Mustafa Kemal.
         Daha 01 Kasım 1922 tarihinde, Hilafet ve Saltanat biri birinden ayrılmıştır. Önce Saltanatçılar, sonra da Hilafetçiler hizaya sokulmuşlardır. Kılık kıyafet işi düzene sokulmuş, bazı Lâkap ve Unvanlar kaldırılmış, Soyadı Kanunu çıkarılmadan ve kadınlarımıza, başlarımızın taçlarına ve gönül bahçelerimizin güllerine seçme ve seçilme hakkı verilmeden,23 Aralık 1930 günü Menemen’de Kubilay’ın başı Yunan ajanları vatan hainlerince kesilmiştir.
         E.J.Kd. Albay Sayın Ahmet Avcı; Narlıdere’de oturur ve Narlıdere Atatürkçü Düşünce Derneği Şubesi Başkan Yardımcısıdır. Narlıdere Atatürk’e ve devrimlerine inanmış insanlarımızın ocağıdır. Belediye başkanımız çok görkemli bir Atatürk Kültür Merkezi yaratmıştır.23 Aralık 2001 günü, bu Görkemli Kültür sarayında Sayın Ahmet Avcı tarafından Kubilay olayı üzerine çok mükemmel bir konuşma yapılmıştır. Hıncahınç dolu salonda çıt çıkmadan konuşması dinlenmiştir. Hayatım boyunca, bu denli bilinçli ve nefeslerini tutarak konuşmaları dinleyen bir topluluk görmediğimi söylemek durumundayım. Menemen olayını Nakşibendî tarikatı mensupları çıkarmışlardı. Şeyh Sait te, Nakşibendî tarikatının Şafi koluna mensuptu. Bursa’da Arapça ezan ve Kamet olayını çıkaranlar da Nakşibendî tarikatı mensuplarıydı.1957 senesinde; Bursa’da ve Ulu cami’de, kılıç çekerek Mehdiliğini ilan eden sapık ta bu tarikata mensuptu.
         Nurculuk olayını yaratan ve Nur Risaleleri denilen, akla ve islam dinine aykırılığın yaratıcısı Norslu Sait Okur da Nakşibendî tarikatının Halidiye koluna mensuptur.
Fatih camisi Müezzinliğinden kovulduktan sonra; kaçak kömür ticaretinden de iflas ederek, din ticaretine atılan, Silistire doğumlu Süleyman Hilmi Tunahan da Nakşibendî tarikatının en büyük pirlerinden birisidir. Büyük ermişlerin en büyük 33’üncü son halkasıdır. Masonların 33’üncü halkası olur da bizimkilerin neden olmasın!33 rakamı, Yüce Tanrımızın Esmay’ıHüsnasını da bölebilmektedir!
         Neymiş bu ihtilalcı İslam tarikatı olan NAKŞİBENCİLİK? Önce, kısa da olsa bu konuya da bir göz atalım:
Nakşibendîlik Tarikatı, Müslüman toplumlarda, tüm yeniliklere karşı çıkan tutucu, bağnaz, öteki dünya ile ilgilenen, rüyalara çok özel anlamlar veren, rüyaları gerçek kabul eden bir mistik tarikattır.
Tarikat mensupları çok sıkı bir askeri disiplinle tarikat liderlerine bağlıdırlar. Zikir, tesbih, sürekli olarak belirli sayıda dua okumak; zeytin ve ekmekle riyazete çekilmenin yanında, çok sert genel bir kuralı da vardır. Tarikat mensuplarının mutlak bir surette uyacakları bu kural şöylece özetlenebilinir:
         1*Şefkatte Güneş gibi ol,
         2*Tevazuda Toprak gibi ol,
         3*Teslimiyette mevta gibi ol,
         4*Ayıpları örtmede gece gibi ol,
         5*Şeyhine kayıtsız teslim ol!
Nakşibendî Şeyhleri, paranın İktidar olduğunu bilirler. Cihat’ta Hıristiyanlarla da anlaşabilirler: Konya Selçuklu devletine karşı, diğer bazı Anadolu Beyliklerinin uzun süre Haçlılarla birlikte savaşmaları tarihi bir gerçektir.
Nakşibendîler, politikalarını sürdürebilmek için her kesimden yararlanırlar. Şeyh Sait, İngilizlerin emri ile onlarla bir hareket ederek ayaklanmıştır. Ayaklanmadan önce; İngiliz Wickers silah fabrikasından, Diyarbakır postanesine”Kürdistan Savunma bakanlığına” başlıklı tanıtım kitapları gelmiştir. Nakşibendîler, dünya nimetlerine çok düşkündürler. Bir kaç sene önce; üniversite mezunu Genç bir Kızla evlenen ilkokul mezunu  bir Nakşi Şeyhinin vurgunları yazılı ve sözlü basınımızda sergilenmişti.
Nakşibendi Şeyhi için,müridinin yatak odasına girmekte de hiçbir sakınca yoktur.Ev toplantılarıyla,orta yaşlı dünyasından zevk alamayan kimselerin öteki dünya’ya ait korkularını körükleyerek ve öteki dünya âlemini erkeğin Penisine tahsis ederek gizli,gizli büyüyerek yayılırlar.Osmanlı Hanedanını ve de İkinci Abdülhamit’i öve,öve göklere çıkarırlar.İkinci Abdülhamit Han,”bir santimetre toprak kaybetmemiş!”benim hesabıma göre de (243.000)kilometre kare toprak kaybetmişti.Kıbrıs bile onun zamanında 04 haziran 1878’de Berlin kongresi sırasında kaybedilmişti.Dini büyüklerin isimlerinden sonra,erkekler için ayrı,kadınlar için de ayrı olmak üzere Arapça saygı sıfatları eklerler.Propaganda,kendi devletine bile Cihat olgusu ile Şeriata varmak isterler.
“Nakşibendî Tarikatı; Buharalı Hoca Mehmet Bahaeddin Nakşibendî (bahaüddin Nakşibend) tarafından kurulmuştur.(1318-1389)Tarikat halkasının bir koldan Hz. Muhammed’e, bir koldan da Hz. Ali’ye dayandığı iddia edilmektedir.”
Norslu Sait Okur’da; iki koldan Hz. Ali’ye ve Hz. Muhammed’e uzanmaktaymış! Sait’i Norsi’nin annesi Hz. Hasan soyundan Şerif; babası da Hz. Hüseyin soyundan Seyit imiş! Kendisi de soyca Kürt imiş!
“Nakşibendi Tarikatı mistik bir tarikat olup,tarikat mensuplarını hayali âlemlere daldırarak,ruhsal bozukluklara düşmesine  neden olan bir yoldur!”Nakşibendilerde zikir,temiz elbiseyle,geceleyin başa beyaz bir örtü atılarak ve Kıble’ye karşı oturarak;ölüm,öldükten sonra yıkanmak,,soru meleklerinin gelişi,kıyametin kopuşu,mahşer ve Ahiret ahvali düşünülerek ,gözler yumulup,rabıta yapılmak;yani gönülden dünya işleri çıkarılıp,mürşidin yüzü iki kaş arasında farz edilerek ,20 kere istiğfar,sonra Fatiha(sure),üç ihlas(sure) okumak;sonradan sesli olmamak üzere,muayyen sayıda Tanrı’nın adını anmak.”
“Nakşibendî’nin, Akariyye, Naciyye, Kasûniyye, Murudiye kolları vardır. Bu kollar içinde en çok yayılanları; Müceddidiyye ve Halidiyye kollarıdır. Halidiyye kolu; özellikle Doğu’da ve Güneydoğu’da Şafi Mezhebine mensup kimseler arasında çok yaygındır. Tarikatın kurucusu Bahaüddin Nakşibendî’nin ölüyü diriltmek, mevsimsiz meyve meydana getirmek, Hızır ile konuşmak gibi kerametleri olduğuna ve bir gün Azrail’e kızarak, göğe çıkıp, Azrail’in elinden almış olduğu ölülerin ruhlarını cesetlerine geri göndererek ölüleri de diriltmiş olduğuna inanılır!”Rahmetli Abdulbaki Gölpınarlı; Mezhepler ve Tarikatlar, s.217-231 ve Rahmetli Enver Behnan Şapolyo, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, s.145-154.İsl. Ans. C.1,Nakşibendîlik maddesi.
“Nurculuk ve Süleymancılık, gerçekte İslam’a çok aykırıdırlar, adeta yeni dinler gibidirler. Süleymancılık’ın esası da Nakşibendîliğe, ”Rabıta yapmaya dayalıdır!”Fatih Sultan Mehmet gibi düşünülen Süleyman Hilmi Tunahan’ın iki kaşının arasında dikkatler toplanarak, 20-Yirmi—kere Fatiha okuyup, Rabıta yapmak!”Hamret Türkoğuz, Süleymancılık
“36 senedir “Fazilet” adlı bir takvim çıkartan Süleymancılar, sürekli olarak, tüm Müslümanları (CİHAD YAPMAYA) çağırmaktadırlar.Örnek mi?”13 Ocak 2002 Pazar gününün Takvim yaprağına bir göz atalım:
“Allah uğrunda(nasıl Cihad etmek gerekiyorsa öylece) hakkıyle Cihad edin.”S.hac,78.
Kur’anı Kerim’de Namaz ve İbadet sözcük olarak geçmektedir. Tüm müslümanlar namazlarında, en kısa ve ezberlemesi en kolay olan 10 sureyi kullanmaktadırlar.
Hz. Muhammed, istediği kadar Hadis söylesin! İstediği kadar da Kuranı Kerim’den ayetler önersin ve “İbadeti zorlaştırmayınız!” Buyursun. Almanya’da; Alman vatandaşı bir Hıristiyan Kadın, Diyanet İşleri başkanlığımızın Almanya’da görevlendirmiş olduğu bir İmamın kapısını çalar:
“Ben müslüman oldum. Müslümanlığın kurallarını öğreneceğim bir kitap var mı?”Diye safiyane sorar. İmam Efendi, büyük bir İslam Uleması pozu ile, kitaplıktan aldığı bir kitabı öperek başına götürür ve ol kadına okuması için verir.Bu kitap;Diyanet İşleri Eski Başkanlarından ve İstanbul eski Müftüsü
Büyük İslam Uleması, Merhum Ömer Nasuhi Bilmenin “İslam İlmihali” adlı kitabıdır.Üç gün sonra;Ol büyük islam Uleması İmamın huzuruna dikilen alman Kadını:
“İmam Efendi; bu kitabı anlamak ve uygulamak mümkün değildir. Kitabınızı size iade ediyorum ve ben yine eski dinime Hıristiyanlığa dönüyorum!” Demiştir.
Siz, bu Ünlü Din Bilginimizin bu ünlü kitabını gördünüz mü? Okuyup ta bir şeyler anlayabildiniz mi, ben hiçbir şey anlayamadım da!O zat ta Nakşibendi Tarikatına mensupmuş;öyle duymuştuk ta!,Birinci Ordu eski Komutanlarından E.Orgeneral Faik Türün de Nakşibendi Tarikatına mensupmuş;üsteğmen iken Tarikat Pirinin ayakkabısından su içtiği bile yazılmıştı!Bendeniz;Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in deyişiyle bir tek tarikata inanmaktayım: O tarikat ta “UYGARLIK TARİKATIDIR!”
Bu tarikat yolları; bu cehennem ateşleri ile korkutmalar, açlıklar, sefaletler, beyin yıkamaya insanları emir kulu yaparak sömürmeye yöneliktir sayın seyircilerimiz! Nakşibendîlerin tüm ikna yollarını Süleymancılar da ısrarla kullanmaktadırlar.
Norslu Sait Okur; Bahaîlikten geldiği için, endirekt metotlarla saflarına yeni kimesneler kazanmaktadır. Okumadan ve iyice tanımadan bağlanan hainlerimiz de çoktur!
Ülkemizde; demokrasi-memokrasi öyküleriyle, Politikacı-Bürokrat ve Çıkarcılardan oluşan büyük bir grup, Beyaza karşı Siyahın; Akla karşı hurafenin savaşını vermektedir. Örgütlü ve dış desteğe de sahiptirler. Büyük oranda parasal ve ekonomik güçlere de sahiptirler. Görsel ve sözel basın organları vardır. Çıkarları ve Cahil insanları kandırma konusunda, Allah’ı, Hz. Muhammed’i, Dinimizi ve din ulularımızı insafsızca kullanmaktadırlar. İnsanlarımızı kandırmak ve inandırmak için yapacakları propagandalar ve eylemler planlıdır. İki adım atarak, bir adım geri çekilmesini bilmektedirler. Kaplumbağalar gibi, geri gidişleri de yoktur. Elemanlarına her sahada sınırsız maddi ve manevi destek vardır. Çağdaşlaşmaya candan düşmandırlar. Demokrasi son hedefleri olmayıp, onları inecekleri istasyona götürecek bir kestirme yoldur.
Laiklik, değil Türk Ulusunun, insanlığın olmazsa olmazıdır.Laikliğin tanımı,halkımıza öcüymüş görüntüsünü verecek şekilde,işlerine ve çıkarlarına geldiği şekilde yapılmaktadır.İslam dinin şekilciliğini,daha doğrusu bir deyimle,İslami gelenek haline sokulmuş çöl geleneklerini,İslam dininin özüymüş gibi kabul ederek ,inatla ve ısrarla savunurlar.İslam dininin ibadet ve ahlak kısmı ile de ilgilenmezler.Türban ve tesettür politik bir silah olarak ısrarla kullanılır.Klasik demokrasinin gelip te dayandığı özgürlükçü ve sosyal demokrasi ,bireylerin özgürlüğünü ,maddi ve manevi gelişmesini amaç ve eksen olarak kabul etmiştir.Politik ve ekonomik özgürlüğüne  kavuşan birey ve bu bireylerden oluşan toplum ,ısrarla ileri sürülen dogmatik kalıplara itibar etmez.Hurafeleri din olarak topluma kabul ettirmek isteyenler için;yoksulluk,vurgun ve soygun kader olarak kalmalı ki,bireyleri ve toplumu tutsak edebilsinler.Türk toplumunda,Atatürk Devrimi ile hukuk ön sıraya çıkartılmış, objektif ölçüler içersinde Sübjektif haklar kazanılmıştı.Şeriat İsteriz!Şeriat isteriz! Diye bağırtılanlar, dinin öne çıkartılmasını, sömürü ve Allah ile aldatma düzeninin öne çıkmasını, dini kuralların diğer sosyal düzen kurallarını yutmasını isteyenlerdir. Bu tip çıkarcıların vatan ve ulus kavramları olmadığı gibi, ulusal ve evrensel insan onurları da yoktur. Temeli korkunç derecede Arap milliyetçiliğine bağımlı olan Hz. Muhammet Ümmetçiliğinin kölesi olmayı, çıkarları gereği istemektedirler. Mustafa Kemal, aklın egemenliğinin ve aklın yaratıcı gücünün tüm bireylerimizi ve ulusumuzu kucaklamasını amaçlayarak ön görmüştür. Şeriatçı geçinenler, insanların ve insanlığın hafızasının, din diye bellettiklerini öğrenecek düzeyde kalmasını istemektedirler. Aydınlanmaya ve aydınlatılma araçlarına da düşmandırlar. Sterlin, Dolar ve Avro ile dans ederler. Kendileri ve yakınları Batı okullarında okurlar ve Batı standartlarında bir yaşam sürerler, amma velâkin”Asrı Saadet” diye ilahiler düzerler.”Egemenlik Ulusundur!” Kavramına da düşmandırlar.”Egemenlik Tanrı’nındır!” Diyerek, seçimsiz, denetimsiz ve devirsiz bir Tanrı yetkisini kendileri kullanmak isterler. Hanlarını, apartmanlarını, lüks yalılarını, lüks arabalarını ve sınırsız cennet yaşamlarını Tanrı’nın verdiğini söylerler. YÜCE TANRIMIIZIN, NEDEN VE NİÇİN ONLARA OY VERMEDİĞİNİ SÖYLEYEMEZLER! Her işin başarısının Tanrımızın izni ile olduğunu da söylerler! Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in başarısının Tanrı’mızın izni ile olduğunu düşünmek bile istemezler.
Amasya Genelgesi; BEŞER (İNSAN) iradesinin, GÖKSEL iradenin yerine geçmiş olduğunu da bir türlü anlamak istemezler. Bendeniz; Kubilay’ımızın şehit edildiği 23 Aralık gününün Ulusal İrade bayramı olmasını öneriyorum. Bu bayramın adının da:
         “TÜRK İNSANININ BİREYSEL ve TOPLUMSAL İRADESİNİ KAZANMA BAYRAMI” Olmasını istiyorum. Bu bayram, Şehit asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ın ölümünün boşuna olmadığını da kanıtlamış olacaktır.
Bu bayram günümüz, ulusal uyanıklığımızı gösterme günü olarak ta MUSTAFA KEMAL’İN RUHUNDA GÜLLER AÇTIRACAKTIR.
Şimdi; Menemen’de yaratılmış olan bu iğrenç cinayet nasıl oldu, onu da anlatmalıyım.
Serbest Fırkanın İzmir’de düzenlemiş olduğu gösteriler Parti Genel Başkanı Rahmetli Fethi Okyar’ın iyi niyetli gayretlerine rağmen çığırından çıkmıştı. Kışkırtılan öfkeli kalabalığı dağıtmak için, polisin açtığı ateşle 14 yaşında bir çocuk vurularak öldürülmüştü. Öfkeli kalabalık polislerin üzerine saldırarak, bir polis memurunu da denize Atmıştı. Bu olay üzerine, Balıkesirli bazı tüccarlar, İstanbul’dan telgrafla FES siparişinde bulunmuşlardı. Gerici çevreler için, İzmir bölgesi uygun bir yer olarak seçilmişti. Nedenini de anlatacağım.
Çıkarılmak istenen fitnenin arkasında, Erenköy’de ikamet eden bir Nakşibendî şeyhi Esat Efendi vardı. Nakşibendî Tarikatının Balıkesir ve Manisa sorumlularının ve Laz İsmail’in kışkırtması ile kendisini Mehti ilan eden Derviş Mehmet—Bülent Arınc’ın dedesi--,yardımcıları Sütçü Mehmet, Şamdan Mehmet, Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan ve Ramazan ile Menemen’in dağlık yöresindeki köyleri dolaşarak propaganda yapmaya başlamışlardı. İşlenen motif yine aynıydı:”Din elden gidiyor!”
Paşa köy’de silahlanarak Kese köye gelmişlerdi. Sekiz yüz bin kişi ile İstanbul’u kuşattıklarını, şaşkın, bilgisiz ve bilinçsiz köyler halkına anlatıyorlardı. Manisa Asker hastanesi imamlığından emekli olan Derviş Mehmet, Manisa ve Dumanlı dağı yöre halkının da Şeyhi idi. Yunanlılar İzmir’e çıktıklarında da Gerilla gücü kurmak isteyen Rahmetli Parti Pehlivan’a da engel olmuştu.
 İKİNCİ BÖLÜMÜN SONU.

        


        

        




396-KUBİLAY OLAYI VE GERİİCİ AKIMLAR:1

                                           

                        OSMAN TÜRKOĞUZ
                   osmanturkoguz@hotmail.com
                   Çeşmealtı;07 Haziran 2011.

                                      KUBİLAY OLAYI
                                               VE
                   GERİCİ AYAKLANMALARIN GERÇEK NEDENİ?
                                     BİRİNCİ BÖLÜM
                                                                İzmir;19 Aralık 2002.
         Aralık ayı geldiğinde telefonum sürekli aranmaktaydı. Kubilay olayı hakkında bilgi istekleri peşi, peşine gelirdi. Menemenli olmamız nedeniyle böyle bir başvuru yapıldığını sanıyordum. Bir gün, aklıma bu olayı ve gerici akımların nedenini kısa da olsa yazarak yayımlatmak ve her makama birer tane göndermek fikri aklıma geldi ve hemen yazarak 500 adet bastırttım ve İzmir İl Jandarma Alay Komutanlığına 25 adet gönderdim. İzmir İl Makamına ve Menemen kaymakamlığına ve bağlılarına da, yeterli sayıda postaladım. Şimdi de bu basit kitapçığı bilgisayarıma yükleyeyim dedim;  işte olay budur.
         “Sadova(1866) ve Sedan (1870)Muharebelerinin Ünlü Komutanı Feld Mareşal Kont Helmuth Karl Bernhart Von Moltke; Üsteğmen rütbesiyle(1835-1839) tarihleri arasında, Osmanlı Ordusunda görev yapmıştı. Osmanlı ordusunun Üst komutanlarını tüm uyarılarına karşın, Kör bir Cehalet nedeniyle Nizip yenilgimiz üzerine de Almanya’ya geri dönmüştü.”Keçinin meteoroloji mühendisi, eşeğin de yol mühendisi olduğu bir orduda çalışamam! “Dediği rivayet edilmişti. Bismark ile birlikte Alman birliğini kuran bu Ünlü Mareşalin “Türkiye Mektupları” adı altında yayımlanmış olan hatıralarını okumamış olanlar için çok üzüldüğümü belirtmek isterim.
         Üsteğmen Von Moltke, Anadolu içlerinde ilerlerken çok büyük bir barut deposu görür. Kapısı ardına kadar açık olan barut deposunun önü barutlarla dopdoludur. Barut deposunda görevli Osmanlı askerleri, deponun hemen önünde ve açıkta yakmış oldukları ateşte yemeklerini pişirmektedirler. Bu durumu gördüğünde dehşete kapılan Üsteğmen Moltke; bu durumun çok tehlikeli olduğunu, derhal ateşin söndürülmesini, deponun önündeki barutların da temizlenerek deponun kapılarının kapatılmasını önerir. Yetkili Osmanlı Paşası:
         “Telaş etmeyiniz hiçbir şey olmaz. Ötedenberi yemekler bu şekilde yakılan ateşte pişirilmektedir!” Der ve keyifli bir biçimde KEHH! KEHH! Güler. Üsteğmen Moltke’yi ateşler basar. İki gün sonra Osmanlının yetkili Paşası, gayetle asık bir suratla Üsteğmen Moltke’ye:
         “Barut deposu havaya uçtu ve orada bulunan tüm askerlerimiz de şehit oldular. Yaptığımız soruşturma sonucu, Cenabet olan bir askerin Gusül aptesti almaması nedeniyle bu felaketin meydana gelmiş olduğunu anladık!” Der!
         Nedensellik olayından habersizlerin, mutlaka doğal felaketlerde bir insan hatası aramaları gerekmektedir. Külün üstüne işeyenlerin ağızları yamulur! Yalova’daki Donanma Komutanlığı binalarının, 1999 yer sarsıntısında yerle bir oluşu; çalınan, çarpılan eksik ve niteliksiz malzemelerle fay hattı üzerine kurulmuş olmasına bağlanamaz.28 Şubat süreci, Batı Çalışma Grubu çalışmalarının bu binalarda yapılmış olmasına bağlanır. Simsiyah sakallı ve Romanyalı bir Hanımla dahi evli bir imam Efendi, bu durumu televizyon kanallarımızda uluorta haykırarak anlatır.
         NEDENSELLİK, SEBEB—SONUÇ İLİŞKİSİ, İNSAN AKLININ ULAŞMIŞ OLDUĞU BİLİMSEL BİR İNCELEME METOTUDUR. Buna Causalite—Kozalite-denilir. Tek boyutlu mistik, masallara ve mesellere dayalı, pozitif düşünceden yoksun şartlandırma, çıkarcılık ve kandırmacılıkta ustalaşmış Din tüccarlarının elinde, tüm doğal olayları bir tek kalp cümle ile açıklar ve de analiz ettirir. Sürü haline indirgenmişlerin tatmin edilmeleri için; aydınlatılmamış insancıkların bariz hataları, aydınların akılcı önerilerine rağmen,”İlahi adalet!”,”İlahi ceza!” Masalları ile açıklanır. Yer sarsıntısından daha büyük ve daha güçlü ve daha da korkunç aydınlığı söndürerek karanlığı evrenselleştirme sarsıntısı yaratılır.
         Ünlü; Matematik, Felsefe ve Astronomi Bilgini Rahmetli Papaz GİORDANO BRUNO;(1548-16 Şubat 1600)16 Şubat 1600 tarihinde, Roma’da engizisyonun emri ile yakılmıştır. Dünyamızı kâinatın merkezi sayan kilise inancına karşı gelme suçunu işlemiştir! Londra’ya kaçan Rahmetli Bruno Giordano’yu bir zengin öğrencisi kandırarak Roma’ya getirtmiş ve Vatikan’a yakalatmıştır. Yedi sene Vatikan zindanlarında mahpus tutulan bu Ünlü Bilgin ve de Papaz, yakılmaya götürülmek için hücresine giren papazın titrediğini gördüğünde:
         “Korkuyorsun değil mi!”Diye de takılmıştır. Avrupa’nın bağnaz din adamları tarafından, Din ve Tanrı adına yakılmış olan bilginlerin şavkı tüm insanlığı aydınlatmıştır. Bu Rahmetli Bilgin papazın bir sözü tüm çağlarımıza egemen olan aldatmalara da ışık tutmaktadır:
         “Tanrı, kendi düşüncesini egemen kılmak için iyi insanları kullanır. Kötü insanlar da kendilerini egemen kılmak için Tanrı’yı kullanırlar!”
         Hüseyin Mansur Hallaç(858 Tur-26 Mart 922 Bağdat).İranlı Sufi ve yazar. Ene’l hakçı. Türk ellerine İslamiyeti yayan büyük insan. Elleri ve ayakları kırıldıktan sonra, derisi yüzülerek öldürülmüştür. İşin en ilginç yanı da kendisine bu ölümü reva gören Abbasi veziri de,bir sene sonra aynı yerde aynı şekilde öldürülmüştür.
         Abdurrahman Bin Tahir, Bağdat’ta bir Pazar yerinde,bir Yahudi’ye” Köpek!” Diye bağırdığında, oradan geçmekte olan Hallaç’ı Mansur:
         “Evladım, insanlar dinlerini kendileri seçmezler. Kaldı ki, hem Musevilik, hem Hıristiyanlık, hem de İslam HAK DİNİDİR. AMAÇLARI AYNI, ARAÇLARI FARKLIDIR!” DEMİŞTİR.
         Nesimi,(1370-1417-18).Azerbaycan’ın Samahı şehrinde doğmuş, Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüş bir Türk şairidir. Batinidir ve Hurufiliğe meyillidir. Bazı şiirleri bestelenmiştir. Ene’l Hakçıdır.”Söyler tefi, çengi, neyi Enel Hak!”Bestelenmiş olan bir gazelinde de:”Kâh çıkarım gökyüzüne seyrederim âlemi/Kâh inerim yeryüzüne seyreder âlem beni”Söylemleri yüzünden, Mısır Kölemen Sultanı El-Müeyyed Şeyh’in emri ile derisi yüzülerek öldürülmüştür. Kanı çekildiğinde sararan yüzüne avuçlarıyla kendi kanını sürerek korkmadığını göstermiş; bir taraftan da:”Allahım, bunlar Cahil, ne yaptıklarını bilmiyorlar; ne olur bunlara günah yazma !” Diye dualar etmiştir. Büyük Voltaire, insanlığın kurtuluşu için yalınız papazlar hakkındaki kanısını yazmıştı. Bence eksik bir yakarıştır bu!
         İnsanların yükselmelerinin önünde üç adet dev engel vardır:
         1-Yobaz Haham,-“Tüm kavimlerin insanları ve malları İsrail oğulları için yaratılmıştır!”
         2-Yobaz Papaz,”-Kilise, Çan sesi ve Yalan.”Anna Kareninna. L.Tolstoy.
         3-Yobaz Müslüman din adamı.-“Cennette her Müslüman erkeğe 72 Nikâhlı eş, her gün Bakire olmak şartı ile günde 100 Huri ve dahi Gılman var!”Sakallı Ahmet Hoca.
         Çok tanrılı dinlerde de din ve tanrılar adına anlaşılamayan bilginler öldürülmüştür.
         Sokrat ta, tanrılar adına büyük baldıran zehiri içirilerek öldürülmüştür. Akbaş cephaneliğini basarak, binlerce piyade tüfeğini, makineli tüfekleri ve milyonlarca piyade fişeğini Anadolu’ya kaçıran Edremit Kaymakamı cennetmekân Köprülülü Hamdi Bey de, İngiliz altınlarına ve Allah adına hayâları burularak, din adamlarımızca öldürülmüştü. Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay da, Allah adına Allahsızlar tarafından şehit edilmiştir. Bu olayları, vakanüvisçe anlatır, vakanüvisçe dinler ve vakanüvisçe de yazarız.
         İslamın çıkış sürecinde; İlkel Arap boylarının ve dahi soylarının iktidar kavgalarına, türlü çeşitli entrikalarına, bir de Ulûhiyet ekler de ağlayarak anlatırız. Bedir gazasında destekleyici Tanrımız; Uhut gazasında neden desteğini çeker! Hz.Muhammed’in etrafında niçin hep açlar ve köleler vardır? Ganimet’e—Yağmaya-bir de Tanrısal boyut eklenir. Aslında yağma—Ganimet-- Makro düzeyde bir üretim ve paylaşım aracıdır ve dahi gelenekseldir. Ganimet, ayete göre bölüştürülür. Kur’anı Kerim’de yazmadığına halde, Arap savaş atına iki pay, savaşa iştirak eden binicisine de bir pay verilir. Huneyn zaferinde en büyük hak sahibi Düldül’e, sırf katır olduğu için, yarı soy Arap atı oluşuna bakılmaksızının ganimetten pay verilmez. Hz. Muhammed, Medine döneminde siyasi islamı örgütler.
         Bu tür olaylar anlatılırken ve yazılırken,”NEDEN?” VE “NİÇİN?” soruları sorulamaz. Yahudilikte olsun, Hıristiyanlıkta olsun, Müslümanlıkta OLSUN ”DOGMALAR” hüküm sürer ve insanları körü, körüne peşlerinden ölümüne sürükler. Hıristiyanlığın dogmalarını, cayır, cayır yanmaları pahasına bilim adamları yıkmıştır. Kilise tarafından Tanrı ve din adına yakılmış olan o Bilginler insanlığın yol göstericileri olmuştur.
         Müslümanlıkta, ilim-Din çatışması olmamıştır. Hükümdarlarla birleşen din adamları bilimin gelişmesine de engel olabilmişlerdir. Din adamları, ilim-Din tartışmasını Bilim ve Tanrı çatışmasına döndürmesini ustalıkla döndürerek halkın beynini hurafe çimentolarıyla betonlaştırmışlardır. Bilimsel önermeleri, Tanrı adına yargılayarak tanrı adına da cezalandırmışlardır. Reformcu geçinen Calvin bile, İspanyol bilim adamı Servetiyüs’ü odun ateşinde yaktırabilmiştir. Salt iktidar olabilme, bilgisizlik üstüne kurulmuş olan saltanatı sürdürme gayretleri, cinayetletleri, soygunları ve halkı kandırmaları Tanrı adına yaptırtmıştır.
         Egemenlik Tanrı’nındır!”Hem de Egemenlik, kayıtsız ve koşulsuz Tanrı’nındır avutmacası günümüzde bile hükmünü sürdürebilmektedir.”Yeryüzünde bu egemenliği tanrı adına kim kullanacak?”Sorusu hâlâ sorulamamaktadır. Kilise-Kral çekişmesinin galibi olan kilise bu egemenliği Tanrı adına kullanmaktadır. vatikan tarafından Aforoz edilen Alman İmparatoru Birinci Kongrat, kış günü Roma’ya gelerek yalınayak papa’nın kapısında üç gün bekleyerek aforozunu geri aldırabilmişti. Müslümanlıkta, ölüm, hal ve savaş fetvalarını Şeyhülislamlar vermekteydi.
         Büyük keşifler ve topun savaş aracı olarak kullanılması merkezi otoriteyi ve Kıralların gücünü de arttırmış; Kilise babalarını ve Derebeyleri de sindirmişti. Sonunda, Kral ve kilise işbirliği ortaya çıkmıştır. Yığınlar ve bireyler, bu iki gücün ortak gayretleri ile Tanrı adına yönetilmiş, soyulmuş ve öldürülmüştür.”Kıral, yürütme ve yönetme gücünü Tanrı’dan alır! Bu egemenlik paylaşılamayacağı gibi devredilemez de.”Ondördüncü Louis’e destek felsefesi. Jean Bodin, Cumhuriyetin Altı Kitabı. Je suis L’etat—Devlet Benim—Güneş Kıral 14’üncü Louis!
         Müslümanlıkta; padişah, yönetici “Zilullah’ı Ruyu Zemin,Tanrı’nın yeryüzünde gölgesidir ve dahi peygamber postunda oturur.Peygamberler gibi,torunlarını,oğullarını ve kardeşlerini kestirseler bile,her türlü suçtan,şek ve dahi şüpheden aridirler!Hz.Muhammed’in bu konuda sahih hadisi de vardır:”Yönetici zalim olsa bile,halk o’na itaat etmekle yükümlüdür!”
         Batı’da;17’inci ve 18’inci asırlarda; yönetici ve yönetilen ilişkilerinde yönetilenler yararına büyük gelişmeler olmuştur. Özellikle de İngiliz Filozofları halkın ayaklanma hakkını kullanabileceğini ileri sürmüşlerdir.”Halk; canını, malını ve ırzını koruması için yöneticiye devretmiş olduğu EGEMENLİK HAKLARINI, yönetici bu egemenlik hakkını KULLANMADA KÖTÜ DAVRANIRSA, HALK AYAKLANARAK BU HAKLARINI GERİ ALMA HAKKINA SAHİPTİR!”Bizim Paris sefir’i Kebirimiz Dersaadet’e raporlar yazar:”Voltaire adlı bir Zındık!”
         Bütün bu oyunlar, halkın beynini hurafelerle doldurmak, O’nu soyup soğana çevirmek ve iki yılda bir Nemçe’ye seferler düzenleyerek köklerini budamaktan geçmiştir.Yunanlılar İzmir’e ayak bastıklarında;Mustafa kemal’in asıl niyetini bilen yobazlar İzmir’in bazı minarelerinden ve açıkça İzmir halkına vaazlar vermişlerdi:
         “Sakın ola, Yunan’a kurşun atmayınız. Kur’anı Azimşanda Rum suresi vardır. Bundan sonra bizleri Rumlar idare edeceklerdir!” Yunan işgali onların sultalarını sürdürmelerine engel olmayacağından, bu işgal onlar için Kuranidir ve de tanrısaldır! Mustafa Kemal Cumhuriyetçi bilinir. Alaşehir ve Balıkesir kongreleri onlar için tehlikeyi haber vermektedir. Sevr paçavrasının onayı için toplanmış olan Saltanat şurasında; Rahmetli Haldun Taner’in Cennetmekân babası Müderris Ahmet Bey bağırır:
         “Devir, Saltanat Şurası devri değil, Halk Şurası devridir!”Diye. Dini, bireyin ve toplumun ruhundan ve gönlünden çıkartıp, devlet yapısı içersine oturtarak; yapacakları ve yaptıkları tüm ahlaksızlıkları tanrı’ya ve Dine bağlayanlar için, ulusal bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve halk ve ulus kavramlarının hiçbir önemi yoktur. Bireyin ve toplumun boynuna geçirilmiş olan Allah’a ve dine dayalı sömürü sürsün yeter! Tek amaç ve eksen de budur. İngiliz’i gelmiş, Yunanı gelmiş, onlar için hiç önemi de yoktur. En büyük Arap milliyetçisi olan ve ulusları Ümmet potasında eritmiş olan Hz. Muhammet’ten de ders almaları mümkün değildir. İslam dini ile bağdaşmayan dini sömürü araçlarına da kapışları ardına kadar açıktır, yeter ki onların çıkarları sürdürülsün. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de Yahudi ve Arap mistik söylemleri geliştirilmiştir. Tüm Osmanlı padişahları çeşitli tarikatlarda boy göstermekten güç ummuşlardır. Veli Beyazıt diye anılan İkinci Beyazıt, boynuna takılan bir tasma ile şeyhinin huzuruna getirilmiştir. Öyle ya:”Şeyhi olmayanın Şeytanı vardır!”Hükmü yerine getirilsin. Daha çok sonraları, Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in:
         “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, dalalettir ve cehalettir!”Diyeceğini, bu çıkarcı din sömürücüleri işin başında görür gibiydiler.
         Sait Molla adlı bir Yobaz din adamı, İngiliz casusu Rahip Frew’in emri altında, İngiliz altınları ile Konya’da, Düzce ‘de, Bolu’da, Kuvayı Millicilere karşı kanlı ayaklanmalar tertipleyerek Müslüman Türk’ü Müslüman Türklere öldürtebiliyordu. Din ve İman sahibi bir İslam Büyüğü bir Papazın emrinde, vatan ve ulusuna karşı savaşabiliyordu. Kendi payına ve düşmanlarımız için “Hâkimiyet Allahındır!”Yetkisini dinine, imanına, vatanına ve ulusuna karşı kullanabiliyordu. Milliyetsizlerin çıkarlarından ve midelerinden başka vatanları yoktur, hainlikleri de o oranda çoktur.
         “Hâkimiyet Allahındır!” Parolası içersinde, her türlü çıkarı ve ihaneti, ulus ve ülke hainliğini bulmak ta mümkündür. İçinde ALLAH kelimesi geçen her fikre de itiraz etmek mümkün olmayacaktır. Kutsal yerleri Arabistan’daki bazı yerlerle sınırlı tutacakları da bir gerçektir. İslam inancının kutsal saydığı yerler dışında ulusumuz ve ulusal tarihimiz için İnönüler, Sakarya, Dumlupınar ve Viyana’dan kaçışımızın durdurulduğu Çanakkale bizim için de kutsaldır.
         Devrim şehidimiz Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı 23 Aralık 2001 günü şanına yakışır bir şekilde ulusumuzca andık. İstanbul’da yayımlanan Akit adlı bir gazete,24 Aralık 2001 günkü nüshasının birinci sahifesinde,”Kubilay Şov” başlığıyla kin kustu. Bu iğrenç yayıma ne bireysel ne de toplumsal bir tepki sunulmadı. Herşeyin hazırına konmuş bir toplum olarak,
Kurtulmayı, sömürünün ve vurgununculuğun bitirilmesini Türk Silahlı Kuvvetlerinden beklemekteyiz. Nereden ve nasıl geldikleri belli olmayan ne idiği belirsizlerin peşlerine takılı takılıvermekteyiz.
         Bizler; bir olaylın Analizini, sentezini ve yorumunu yaparken yalınız o olayı anlatmaktayız. NASIL? NEDEN VE NİÇİN’İ hiç kullanmamaktayız.
         İngiliz Sevenler Cemiyetinin Fahri başkanı Padişah’ı Zülcelâl Altıncı Mehmet Vahdettin’dir. Cemiyetin Başkanı Sait Molla da Osmanlı Hükümetinde yetkili bir devlet adamı, Dâhilîyi nezareti Müsteşarı bir aşağılık Yobazdır.    İngilizlerin korkusundan Kürt Nemrut Mustafa Divanı harbince idama hüküm giyen Boğazlayan kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıfı Yarbay Kemal Bey, darağacında masum olduğunu söylerken bu aşağılık vatan haini, Nezaretin penceresinden:
         “Çabuk asın, konuşturmayın bu köpeği!”Diye havlamıştır. Sait Molla, Damat Ferit Paşa, Sevr paçavrasını imzalayan Rıza Tevfik Bölükbaşı Hürriyet ve İtilaf fırkasındandı. Paris’e gelen Damat Ferit paşa, kendisine gösterilen Sevr taslağına onay verdiği halde imzalamayıp bir Fransız savaş gemisiyle imza ekibini gönderir. Sevr anlaşmasının onayında da bulunmaz Sadrazam vekili olan Yüzelliliklerden Tokatlı Mustafa Sabri Efendi Sevr’i onaylar. Mustafa Sabri efendi Mısır’a yerleşir, Mustafa Kemal aleyhinde kitaplar yazar; Yunan idaresinin Mustafa Kemal idaresinden daha iyi olduğunu iddia eder.Karısının Selanik’te çiftliği vardır.Önemli olan ülkemizin bölünüp,parçalanması değil,bu vatan haininin Sadrazam vekilliğinden olmasıdır.
         Sultan Vahdettin,40.000 altın vererek Sarı Paşa’yı Anadolu’ya göndermiş! Anadolu’ya göndermesine göndermiştir amma velâkin, vatanlarını savunan Türklere hadlerini bildirerek İngilizleri memnun etmesi için göndermiştir! Bir Osmanlı altını 6,7 gramdır40.000x6,7=268 kilogramdır. Sarı Paşa bu altınları ne ile taşımıştır!
         Birdenbire işler umulduğu gibi gitmemeye başlamıştır. Tüm Anadolu Türk halkını protesto gösterilerine yöneltmek için çekmiş olduğu telgraflar yetmiyormuş gibi, bu Amasya Mukarrerat—Amasya tamimi—Amasya Genelgesi de—ne oluyor! Ululemre itaat islamın baş şartlarından birisi iken”Halk iradesi de ne oluyormuş! Ya İngilizler kızarlarsa!
         21 Haziran 1919 ‘da Mirliva Mustafa Kemal, Amasya’da Cevap Abbas Gürer’e  bir genelge yazdırmıştı. Bu genelgeyi, Mirliva Ali Fuat Cebesoy, Deniz Miralayı Eski Bahriye Nazırı ve Hamidiye Kahramanı Rauf Orbay, Miralay Kazım Dirik ve Yüzbaşı Cevad Abbas imzalamışlardı. Belgeyi imzalamakta duraksayan Erkan’ı Harp Miralayı Refet Bele de imzacıların ısrarı üzerine belgeyi parafe etmekle yetinmişti. Bu ünlü belgede şu hususlar imza altına alınmıştı:
         1*Ülkenin bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikededir.
         2*Merkezi hükümet, itilaf devletlerinin etkisi ve denetimi altında bulunduğundan, yüklenmiş olduğu sorumlulukların gereğini yerine getirememektedir. Ulusun haklı sesini bütün dünyaya duyurmak için, her türlü etki ve denetimden uzak, ulusal bir kurulun oluşturulması şarttır.
         3*Parti farkı gözetilmeden, halkın güvenini kazanmış kişiler, kongre için üye seçilecektir.
         4*Ulusal kongre, Erzurum ve Sivas’ta toplanacaktır.
          Bu dört maddede anlatılanlar; değil 21 Haziran 1919’un genel ve özel şartlarında, bugünün içinde bulunduğumuz şartlardan bile görkemlidir.
         1*Göksel irade, kader ve onu kullanan softaların oyunları sona ermiştir.
         2*Yurttaşların ve ulusun iradesi her şeyin üzerindedir.
         3*Vatan ve ulus bütünlüğü, bağımsızlık, ulusal irade ile sağlanacaktır.
         4*Düşman, yaltaklanarak değil, üzerine atılarak kovulacaktır.
    5*Ulusal iradenin seçtikleri,ulusun uygulayacağı kararları alacaktır.
     A*Erzurum kongresinde, Anadolu Müdafaai Hukuk Cemiyeti.
     B*Sivas Kongresinde, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti doğmuştur.
     C*Gerçekte yeni bir hükümet olan Temsil Heyeti, De Jure olarak doğmuştur.
     Bendeniz, haddim olarak bir öneride bulunmak istiyorum:21 Haziran gününü “ULUSAL İRADE BAYRAMI” YAPSAK. Çünkü o tarihe kadar Türk insanının “BEŞERİ İRADESİNİN OLDUĞU GÖRÜLMEMİŞ, DUYULMAMIŞ VE VURGULANMAMIŞTIR!”
     İstanbul iktidarı, halk desteğinden yoksun istilacıların desteğinde sipsivri DE FACTO olarak ortada kalakalmıştır. HAKLARI SANDIKLARI HALKIMIZI ALDATMA SOYTARILIKLARININ ELLERİNDEN ALINACAĞINI GÖREN YOBAZ ve VATAN HAİNLERİ KESİMİ, SİYASİ İslama sarılarak, Mirliva Mustafa Kemal ve arkadaşları ve dahi Kuvvayı Milliye hakkında ölümcül fetvalar vermişlerdir. Bu fetvalar da düşman uçakları tarafından Anadolu’muzun ta derinliklerine kadar attırılarak, irili, ufaklı tam 63 ayaklanma çıkartmışlardır. Bu, ulusu tutsak eden ve çağdışında bırakarak, bilgisizliğinden yararlanıp, hurafeleri, Yahudi ve Arap masallarını din diye yutturan, açlık, sefalet ve hastalıkların Tanrısal iradenin ürünü olduğunu söyleyen soysuzların son çırpınışlarıydı.
     Bir iktidara sahip olmak için iki tarafın kavgası ve çekişmesi doğaldır. Ulusumuzun bağımsızlığını ve vatanımızın kurtuluşunu sağlamak için yokluklar içinde çırpınanlara, istilacılarla bir ve beraber olarak, kutsal Tanrısal inançlarımızı da onların hizmetlerine sunarak, savaş açmanın anlamına ne denir? Namussuzluk, şerefsizlik ve vatan hainliği denir.
     İsviçre’nin Lozan şehrini gezerseniz,1650’de 1716’da ve 1755’te açılmış olan bakkal dükkânlarının hala çalıştırıldığını görürsünüz. Paris’te, Voltaire’in yemek yediği masa, aynı lokantada servise açılmaktadır. Ünlü İtalyan fizikçi ve Astronomu Galile Galileo’nun üzeride teleskop yaptığı masa, aynı üniversite de hizmette kullanılmaktadır. İstanbul’daki Hacı Bekir,1827’den beri hizmet vermektedir. Bizde; ihanet, sömürü, üçkâğıtçılık Tanrı adına ve din adına hüküm vermek miras olarak sürdürülmektedir.
      Mirliva Mustafa Kemal’in Amasya genelgesi; akıl düşmanı,ulus düşmanı ve çağdaşlaşma düşmanlarının akıllarını başlarından almıştır.Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında,vatanımız ve ulusumuz kurtarılmadan ve devrimler gelmeden önce,Mustafa Kemal’in sözleri çağdışı yaratıkların sonlarının gelmekte olduğunu haber vermişti.Konya gezisi sırasında;SSCB Büyük elçisi İ.S.Aralov’un da bulunduğu bir yerde,medreseler ve medreseliler hakkında söylemiş olduğu sözler çok ilginçtir”:..Yarın derhal emir vereceğim,medrese öğrencileri de  askere alınacaklardır!”
     7 Şubat 1925 ‘te; Balıkesir Zagonos Paşa—Paşa Camisinde Minbere çıkarak vermiş olduğu vaaz da çok önemlidir:
     “Ey Millet; Allah birdir, şanı büyüktür. Allahın selameti, atıfeti ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabıhak tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve resul olmuştur. Koyduğu esas kanunlar cümlemizce malumdur ki Kur’an’azimüşşandaki husustur. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir.” Cumhurreisimiz Gazi Mustafa Kemal, önce dinin ne olduğunu ve ne olmadığını anlatır. Mesajı anlaşılmıştır.”Çıkarcı ve özel sınıflara”durumları bildirilmelidir.
     “Bizim dinimiz en makul ve en tabii bir dindir. Ve ancak bundandır ki son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa tetabuk etmesi lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen mutabıktır. Müslümanların toplumsal hayatında hiç kimsenin özel bir sınıf halinde mevcudiyetini muhafaza hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler ini emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır. Orasıda okuldur.”
     03 Mart 1924’te Tevhidi Tedrisat Kanunu(eğitim ve Öğretim Birliği yasası) kabul edilir. Bu yasanın gerekçesi çok açık ve vecizdir:
     “Bir ulusun bireyleri, ancak bir eğitim görebilir, iki türlü eğitim, bir ülkede iki türlü insan yetiştirir. Bu ise; his ve birleşme duygularına temelden aykırıdır.”
     Bizler, yeniden düzenlediğiz Türk yurttaşlık yasasının gerekçesine; Rahmetli Mahmut Esat Bozkurt’un 1926 yılında kaleme aldığı, laikliğin ve dinimizin de güvencesi olduğuna dair fikrini yazdırarak TBMM’İNDEN geçirtemedik. Gericilik ve bağnazlık o derecede ilerlemiş ve o denli güçlenmiş, o denli mevziler kazanmış ki,2001 YILINI ORTAÇAĞA DÂHİL ETTİREBİŞMİŞLER.
     Milli Eğitim Eski Bakanlarından Dr. Hüseyin Çelik, vaktiyle Sait’i Nursi dinlenseydi bugünler olmazdı”Diyerek Eğitim Birliği Yasamıza sert tepkiler koyabilmiştir.
     İyice bakıp, bir iyice düşünmeliyiz. Milliyetçi Mareşal Çankayşek ordularıyla iktidar kavgasına giren Mao-Çetung’un orduları, istilacı Japonlara karşı birlikte savaştıktan ve onları kovduktan sonra, kendi aralarındaki iktidar savaşını sürdürmüşlerdir. Daha da iyi ve bize çok yakın bir örnek te Afganistan’da yaşanmıştır. Ortaçağdan daha da geride, kavimleşme sürecini yaşayan Afganlılar, istilacı Rus’a karşı tek yumruk olarak savaşmıştır. Sonrası da bilinen şeydir. Onları bu ilkelliğe düşüren tek neden de bir Mustafa Kemal’lerinin olmayışıdır. Cezayir’e, Yemen’e bir bakar mısınız? Aynı gericilik vadisine düşmelerinin tek sebebi bir Mustafa Kemal’e sahip olmayışlarındandır. Mirliva Mustafa Kemal, Amasya Mülakatı sonrası, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve sonrasının Stratejisini ve taktiğini belirleyerek,adım ve adım uygulamıştır:
     “Türkiye Cumhuriyeti; şeyhler, dervişler memleketi olamaz Ölülerden yardım ummak, medeni bir topluluk için lekedir. Mevcut tarikatların gayesi kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi hayatta mesut etmekten başka ne olabilir? Bugün ilmin ve fennin bütün şumuliyle medeniyetin göz kamaştırıcı ışığı karşısında filan ve falan şeyhin irşadıyla maddi ve manevi saadeti arayacak kadar iptidai insanların Türkiye medeni topluluğunda mevcut olabileceğini asla kabul etmiyorum.
     Arkadaşlar, efendiler ve ey Millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.
     Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak insan olmak için kâfidir.”İkdam.01 Eylül 1925
     “Çok kere; müslümanlar, gerçek olmayan şeylere; erenlerin, evliyaların olaylarda etki yaptıklarına inanmaları ve Allah’ın yarattığı kanunları bilmemeleri yüzünden geri kalmışlardır.”Dünya ve Müslümanların Hali, s.9.Mısırlı Bilgin Şeyh Raşit Rıza. Tercüme Vizeli Rıza. Besim Atalay, Türk Dili ile İbadet s.108.
     Bizim dinimiz için herkesin elinde bir ayıraç vardır. Bu ayıraç ile herhangi bir şeyin bu dine uygun olup, olmadığını kolayca takdir edebiliriz. Hangi şey ki akla, mantığa, ulusun yüksek çıkarına uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygun düşer. Bir şey akla, mantığa, ulusun çıkarlarına uygun düşüyorsa, kimseye sormadan bilin ki o şey dinin de istediği, hoş gördüğü şeydir. Eğer bizim dinimiz bu kadar akla, mantığa uygun olmasaydı, dinlerin en sonuncusu ve en eksiksizi olmazdı. Bu yüzden Türk Milleti, daha dindar olmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar olmalı demek istiyoruz. Dinimize bizzat hakikat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Sonra muhalif terakkiye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor. Hâlbuki Türkiye’ye istikbalini veren bu Millet içinde daha karışık, suni, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkûm etmişler demektir. Onları kurtaracağız.
        Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir. Yalınız ilmin ve fennin, yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrak etmek ve ilerlemelerini zamanla takip eylemek şarttır. Bin, iki bin sene evvelki düsturları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen tatbike kalkışmak, ilmin ve fennin içinde bulunmak, elbettedeğildir.”ME. İle ilgili S.DS.21
     “Bizi yanlış yola sürükleyen kötüler, çoğu zaman din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz; görürsünüz ki, Ulusu gerileten, tutsaklaştıran, çürüten kötülükler hep din örtüsü altındaki geriliklerden, bayağılıklardan ve alçaklıklardan gelmiştir. Onlar her türlü davranışları dinle karıştırırlar. Hâlbuki TANRIYA ŞÜKÜRLER OLSUN, HEPİMİZ MÜSLÜMANIZ, HEPİMİZ İNANMIŞ KİMSELERİZ. Artık dinimizin bizden istediklerini öğrenmek için şundan, bundan ders almaya, şunun, bunun akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Atalarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bize dinimizin ilkelerini anlatmaya yeter.”Şu yaptığınız dine aykırıdır!” diye; akla uygun işler için sizi aldatmaya, yanıltmaya kalkışan aşağılıklara kulak asmayın.”Adana,1923
     “İnanıp bağlanmakla mutlu olduğumuz islam dinini, yüzyıllardan beri alışa geldiği gibi bir siyaset aracı haline düşmekten kurtarıp, yüceltmenin pek gerekli olduğu gerçeğini de görüyor ve biliyoruz. Kutsal ve Tanrısal olan inanışlarımızı, inanç ve vicdan işlerimizi karışık ve değişik olup, her türlü çıkarlarla hırsların belirdiği yer demek olan siyasetten, siyasetin bütün kıpırdanışlarından bir an önce ve kesinlikle kurtarmak ulusun ve bu dünyada olduğu gibi öteki dünyadaki mutluluğunun da gerektirdiği bir zorunluluktur. Ancak böylelikle İslam dininin yüceliği belirmiş olur.”
     “Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uygun olması lâzımdır.3 Şubat 1923
        “Hiçbir zaman hatırınızdan çıkmasın ki Cumhuriyet sizden FİKRİ HÜR, VİCDANI HÜR, İRFANI HÜR NESİLLER İSTER.”25 Ağustos 1924,M.E. S:D.1
     “Bu yurdun sahibi ve toplumumuzun temel öğesi köylüdür. İşte bu köylüdür ki, bugüne kadar eğitim ve öğretim nurundan yoksun bırakılmıştır. Bundan dolayı, bizim izleyeceğimiz Milli Eğitim siyasetinin temeli, önce var olan bilgisizliği gidermektir.”Mart 1922 M.E. S.D.1
     “Birtakım şeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emirlerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, muskacılara talih ve hayatlarını emanet eden insanlardan mürekkep bir kitleye medeni bir millet nazarıyla bakılabilir mi? Milletimizin hakiki mahiyetini, yanlış manada gösterebilen ve asırlarca göstermiş olan bu gibi unsurlar ve müesseseler, yeni Türkiye Devletinde, Türk Cumhuriyetinde idame edilmeli miydi? Buna ehemmiyet vermemek, ilerleme ve yenileşme namına en büyük ve telafisi imkânsız hata olmaz mıydı?”Nutuk, C.1.S.542
     “Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa kendilerine başka taraflarda sahne arasınlar!” Ekim 1924
     Yıldırımdan önce; gök gürlemekte, şimşekler çakmaktadır:
     İRTİCA FİKİRLERİ GÜDENLER MUAYYEN BİR SINIFA DAYANACAKLARINI SANIYORLAR. BU, KATİYYEN BİR VEHİMDİR, ZANDIR!”
     Terakki yolumuzun üstünde dikilmek isteyenleri ezip geçeceğiz. Yenilik vadisinde duracak değiliz. Dünya müthiş bir cereyanla ilerliyor. Biz, bu ahengin dışında kalabilir miyiz?”
      “Bizim dinimiz, milletimize miskin ve zelil olmayı tavsiye etmez. Bilakis Allah ta, Peygamber de insanların ve milletlerin izzet ve şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.”
     “Bizim dinimiz, çalışmayanların insanlıkla ilgisi olamayacağını bildiriyor. Çağdaş uygarlığa uymayı kâfir olmakla bir tutanlar var. Asıl kâfirlik, asıl inkârcılık onların bu yersiz kanısıdır. Bu yanlış yorumu yapanlar, sonunda İslamların kâfirlere esir olmasını hazırlamış olmaktan başka ne yapmış oluyorlar?”
     “Medeni olmayan insanlar, medeni olanların ayakları altında kalmaya mahkûmdurlar.”1925
     “Efendiler Ey Millet! Biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti Şeyhler, Dervişler, Müritler ve Meczuplar memleketi olamaz. En doğru tarikat, medeniyet tarikatıdır. Medeniyetin emir ve talebettiğini yapmak, insan olmak için şarttır.”
              Mareşal Gazi Mustafa Kemal bu tarz direktifler verirken, Türkiye Cumhuriyetinin yönetiminde söz sahibi olanlar da başka türlü konuşmakta ve hatta yemin, kasem etmekteydiler, Aşağıdaki yemini, bir Yargıtay dosyasından alarak bana getirilmişti. Bu yemini, ilk önce Sodep Genel Sekreteri Avukat Ertuğrul Günay’a iletmiştim

        
“BEN DOLDURUR, BEN İÇERİM! GÜNAH HALKIMIN KİME NE!

İzleyiciler

Blog Arşivi