5 Haziran 2011 Pazar

391-MALATYA GENELEVİNDEKİ KEZİBAN

                                                                  
                  OSMAN TÜRKOĞUZ
                  osmanturkoguz@hotmail.com
                  Çeşmealtı;04 Haziran 2011.

                   MALATYA GENELEVİNDEKİ KEZİBAN!
         “Ulusal Bilinç”adlı yazımı yayımladıktan sonra, bu konuda birkaç yazı daha yazmamı isteyenler oldu. Fırsatı düştüğünde ve 12 Haziran’dan sonra ışığımız yanmasını sürdürürse neden olmasın!
         Şöyle bir düşündüm; Türk toplumu olarak ne Rönesanssı ne de Işıklar Yüzyılını yaşadık. Dondurulmuş Arabî kalıplar içersinde, her sene aynı geçmiş olayları anarak yaşatıldık. Ta ki 23 Aralık 1876 tarihinde, Belçika’nın 1831 tarihli anayasanın yürürlüğü koyana kadar bu durgunluğumuz sürüp gitmiştir. Tarih, Osmanlı tarihçilerinin Padişah’ı ruyuzemine taktim etmek için yazdıkları Padişahlara ait öykülerden ibarettir.. Roman, öykü ve tiyatro gelişmemiş. Kerem ile Aslı; Arzu ile Kamber; Ferhat ile
Şirin ortaya konulabilmiş. Öte taraftan; Türk halkı kendi Kahramanlarını yaratmasını bilebilmiştir. Köroğlu’nu ele alırsak, çeşitli Türk topluluklarında da yaşatıldığını görürüz. Egemenlerin sultası altında ezilen Türk toplulukları, bir eşkıyadan kendisini koruyan ve egemenlerle savaşan bir kahraman yaratmıştır. Keloğlan; kanımca Türk halkının kendisidir. Eşeğini değirmende kaybettikten ve anasından da bir iyice sopa yedikten sonra şehre iner; o gün, şehirde bir sınav vardır. Kim bu sınavı kazanırsa padişahın kızı ile evlenecek ve devleti de yönetecektir. Keloğlan tüm büyüklerin çocuklarını ve de Ulemayı mağlup ederek Padişahın Güzel kızı ile evlenir ve dahi devleti felaketten kurtarır. Darısı 12 Haziran’ın başına derim.Halkını ezenlerin kızlarını hep Keloğlanlar öpüp koklamaktadır!
         1639 Bağdat seferinde de bıyığı olmadığı için dudağına sapladığı taraklar orduyu hümayuna kabul gören Genç Osman vardır. Yeniçerilerden Kayıkçıkul Mustafa O’nun destanını günümüze taşımıştır.
         Türkülerimizden, içinden memleket ve yar özlemi fışkıran “Estergon Kalesi” beni çok derinden sarar. O özlemleri bir kenara bırakarak kupkuru bir tarih yaratmışız. Onun için de kupkuru bir toplum olarak Mustafa Kemal’e kadar gelebilmişiz.
         Namık Kemal’in “Vatan ve Silistire” adlı piyesi, Gedikpaşa tiyatrosunda oynatıldığı gece İstanbul’da yer yerinden oynatılmıştı. Menemen - Emirâlemli Çavuş Abdullah’ın:”Ben ölürsem kıyamet mi kopar!”Söylemi halkımıza bireysel fedakârlık olgusunu hatırlatmıştı. Ondan sonra da, her türlü edebiyat dalı ülkemizde gelişmişti. Anlatımlar, makro anlatımdan bireysel anlatıma dönüşmüştü. Amerikan filmlerinde en büyük toplumsal olaylar, bireysel öykülerin ve fedakârlıkların üstüne bina edilmektedir.”En uzun Gün”de, Amerikalı askerin tavuk ve yumurta ticareti,”Buradan Ebediyete Kadar “da, Astsubayın lakayt komutanının karısı ile aşkı.”Titanik’”te de o ünlü aşk. Ağaçları anlatırken hep ormanı anlattık! Önemli olan, önemli bireylerden oluşmuş olan toplumdur.
         Yunanlıların İzmir’e çıkma dedikodularının çıkması üzerine, Rahmetli Parti Pehlivan silahlı bir karşı koymayı organize etmek için Manisa’nın dumanlı dağındaki köylerine gider. Halk:”                                    “Bizim Şeyhimiz izin vermeden biz silaha sarılamayız!” Der. Yemyeşil cübbeli ve Beyaz sarıklı, saçı, sakalı biribirine karışmış Şeyh gelir ve:
         Bizim inancımızda silah ve mermi yoktur! Biz silahla karşı koymaya karşıyız!” Der. Hiç bir kimse de silaha sarılmaz. Teğmen Nuri’nin kurtarmaya çalıştığı 16 seri ateşli topu da ellerine geçiren MANİSA HALKI BUNLARI YUNANLILARA TESLİM EDERLER. O Şeyh, Menemen’de Asteğmen Kubilay’ın başını kör testere ile kesen Yobaz Mehmet’tir ve de Bülent Arınc’ın Dedesidir. Bülent Arınç, Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisi Başkanlığını yapmış Başbakan yardımcımızdır ve Bursa’dan AKP milletvekili adayımızdır.
         Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında; Türk Ordusu Bursa’yı terk ederken şehirde bulunan genelev sakinleri de, Ordumuzla beraber, şehri terk etmişlerdi.
         Yunan Ordusu Konak ve Pasaport’ta Türkleri öldürürken de, İzmir’in bazı minarelerinden, Rum suresi okunarak:
         “Yunanlılara sakın ola karşı gelmeyiniz. Kur’anı Kerim’de Rum suresi vardır. Bundan sonra bizi Yunanlılar yöneteceklerdir!” Diye vaazlar veriliyordu!
          Bu anlatacağım bu  olay, aynen Malatya Genelevinde geçmiştir. Bir tatil günü, Amerikalıların Mihmandarı Kısa Boylu bir Türk vatandaşı, bir grup Amerikalı ile Malatya Genelevine gelirler. Genelevleri, kız beğenmek için dolaşırlarken, gramofonundan “Adananın Yolları Taştan” Türküsü dökülen bir genelevin önünde dururlar. Adı Keziban olan bir Sermaye kadın, Allar içinde ve şuh bir şekilde, gramofondaki Türküye eşlik etmektedir. Amerikalılardan birisi bu kızı beğenir, işaret eder. Keziban çalışmayacağını söyler. Kısa boylu Türk Mihmandar:                                                                                          ”Bunlar Amerikalı dostlarımız; hem de ücretini dolar olarak ödeyecekler!”Teminatını vermesine karşın, Keziban’dan yine de olumsuz yanıt alırlar. Münakaşaya dökülen olay polise intikal eder. Babayani bir Komiser’in neden bu müşteriyi kabul etmediğini sorması üzerine Sermaye Keziban patlar ve ortalığı çınlatan sesi ile:
         “BEN TÜRK OROSPUSUYUM, KOMİSER BEY. GÂVUR OROSPUSU DEĞİLİM. BANA NE CEZA VERİRLER Kİ, BURADAN BAŞKA GENELEVE SÜRERLER, BENİ YİNE DE GÂVURLARIN ALTINA YATMAM, ÇÜNKÜ BEN TÜRK OROSPUSUYUM!” DER.
         Yaşlı Polis Komiseri, rahatça ağlayabileceği tenha bir köşeye çekilir. Bu kısa boylu Amerikan Mihmandarı da Turgut Özal’dır.
         Sayın Emin Çölaşan’ın Ünlü kitabı—Hangisi ünlü değil ki!—“Turgut Nereden Koşuyor’’ da İzmir Genelevinde yaşanmış ve Polise intikal etmiş bir olayı da anlatmaktadır. O kısa boylu Türk Mihmandarla İzmir genelevine gelen Amerikalı dostlarımız, kız beğenmek için evleri dolaşırlarken, bir Türk Genci Amerikalılardan birisinin arka cebindeki cüzdanını kapar ve kaçar. O kısa boylu Türk Mihmandar, kendisinden umulmayan bir çeviklikle hırsızın peşinden koşar. Bu kısa boylu Türk Mihmandarın adı da TUTGUT ÖZAL’DIR sayın seyircilerimiz.
         Kezibanlar, ayıplı işte çalışıyorlar diye de senelerce sosyal yardım kuruluşlarına kayıtlarını yaptırtmadığımız o Kezibanlar öldüler ve unutuldular. O elleri öpülesi Kezibanın mezarının yerini bulmak mümkün olsaydı, emekli maaşımla O’NA lâyık bir mezar yaptırır borcumuzu da ödemiş olurdum. Zira O, Amerikalıların genelev mihmandarı Devlet Bakanımız, Başbakanımız ve hatta Cumhurbaşkanımız olmuştu da.
         Senelerce önceydi; bir Fransız yazarının—Aklımda yanlış kalmadıysa Prosper Merime’nin—bir öyküsünü okumuştum. Öykünün adı:”Alayın Orospusu!” İdi. Bir Fransız hemşirenin çok ahlaksız ve ele avuca sığmayan Kardeşi Jan’dan çekmediği kalmamış. Bin bir rica ve bin mihnetle Jan’ı askere yazdırtmış. Jan çok başarılı bir süvari asker olmuş Birdenbire Birinci Dünya Savaşı başlayınca Hemşireyi de askeri hizmete almışlar. Bir saldırıda Jan vurulup ölmüş, Ablası Hemşire Françoise de vurulup ölmüş. Hemşire Françoise‘ı cennete almamışlar. O gün ölen askerler cennete giderlerken; Jan, ablasını cennete giden yolun kenarında ağlarken görmüş:
         “Neden ağlıyorsun ablacığım!” Diye sorduğunda:
         “Dinine çok bağlı, her Pazar kiliseye giden, her Hıristiyan yardım eden, eline erkek eli deymemiş bir Hıristiyan kadını olduğumu anlattığım halde:”Bu özelliklerin cennete girmen için yeterli değildir!”Diyerek cennetin kapısını suratıma kapattılar. Ben ağlamayayım da kim ağlasın?”  Demiş. Jan:
         “Onun kolayı var, ver elini de atımın terkisine atla!” Demiş. Cennetin kapısına geldiklerinde, cennetin kapısın da duran Hz. İsa’nın Havarilerinden Aziz Yuhanna:
         “Bu Bayan kimdir?” Dediğinde; Jan, gayetle güler bir yüzle:
         “Alayımızın Orospusu, Aziz Yuhanna!” Demiş. Aziz Yuhanna:
         “O zaman, cennete hoş gelmişsiniz, buyurun içeriye!” Emrini vermiş.
         Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal,1923 senesinde Mersin’i ziyaretlerinde tanımış olduğu Dr. Reşit Galip’i çok beğenerek 1925 senesinde, milletvekili olmasını sağlamıştır. Dr. Reşit Galip 1893 Rodos doğumludur. Liseyi İzmir’de bitirmiş, Ağabeysi Hüseyin Ragıp Baydur Diplomatlığı seçtiği halde, O İstanbul tıp Fakültesini bitirir, çok çeşitli görevlerde bulunur.
         Bir akşam yemeğinde, Dolmabahçe sarayında Cumhurbaşkanı gazi Mustafa Kemal’in sofrasındaki yerini alır. Maarif vekili Mustafa kemal’in öğretmenliğini yapan çok yaşlı bir zattır. Kız öğrencilerin etek boylarını mesele yaptığında, Dr.Reşit Galip tarafından ağır tenkite uğrar. Duruma Gazi Mustafa kemal müdahale eder:
         “Bir Vekile böyle hitap edemezsiniz; sonra o benim de öğretmenliğimi yapmıştır!” Der ve beklemediği yanıtını da alır:
         “Bu Beyefendi Maarif vekilliğini yürütemez. Devrim aleyhinde siz bile bulunsanız tenkit etmekten çekinmem!”Der. Mustafa Kemal:
         “Öyle ise sofrayı terk ediniz!” dediğinde de daha sert bir tepki ile karşılaşır:
         “Milletin sofrasıdır terk edemem!”Çok zor durumda kalan Mustafa Kemal:
         “Öyle ise bir terk edelim!” Der ve hep birlikte sofrayı terk ederler.
         Sabahleyin erkenden çalışma salonuna inen Mustafa Kemal, orada çalışmakta olan Özel Kalem Müdürü Tevfik Bıyıklıoğlu’na sorar:
         “Dr Reşit Galip Bey, akşam ne yaptı?”
         “Sayın Cumhurbaşkanım, sabaha kadar pencerenin önünde sigara içerek denizi seyretti. Sabahleyin de benden 25 Lira borç para alarak Ankara’ya gitti.” Der. Mustafa Kemal, kendi, kendine yüksek sesle söylenir:
         “CEBİNDE BEŞ PARASI OLMAYAN BİR ADAM, İNANDIĞI DAVAYI BÖYLE SAVUNUR!” Der.
         Üç ay sonra da, Rahmetli Dr. Reşit Galip Milli Eğitim Bakanlığına getirilir. Darülfünun üniversite yapılmasını ona borçlu olduğumuz gibi, her sabah çocuklarımızın okudukları ANDIMIZI DA,23 NİSAN 1933’TE ONA BORÇLUYUZ. Sağlığı iyice bozulur. Tüberküloz olmuştur. Milli Eğitim Bakanlığından ayrılır.05 Mart 1934’te aniden vefat eder. Cumhurbaşkanımız Gazi Mustafa Kemal,ölüm haberini aldığında;hıçkıra,hıçkıra ağlamıştır..Yaşadığı ve içinde son nefesini vermiş olduğu odada bir divan ve sayısız kitaplarla yüklü bir de kitaplık vardır.Bu odanın resmini yazıma eklemek isterdim.Bugünün vurguncuları acaba utanırlar mıydı?
        
        

                  

İzleyiciler

Blog Arşivi