25 Ekim 2010 Pazartesi

193-NUHUN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ? (ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

   OSMAN TÜRKOĞUZ

İzmir; 25 Ekim 2010.

NUH’UN GEMİSİ MÜMKÜN MÜ?

                                   OSMAN TÜRKOĞUZ
                            E.j.Kd. Alb--Hukukçu
 (1989*+)
( ÜÇÜNCÜ BÖLÜM) 

“insan, iyi yaşasa bile ölür,
Fakat bir diğeri doğar.
O da bu yazılara bakarak,
Onların ne yaptığını bilir.”
Omurtag, Eski Bulgar Hanı.
S.YA. Bayçaron, Avrupa’daki Eski Türk Runik Abideleri, s.x
“Hem okudum, hem de yazdım/
Yalan dünya senden bezdim!”
                        Türkü.

“Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
Neyleyeyim ben bu yeryüzünde!”
            Mehmet Akif Ersoy.
“Elimde olsa, dünyayı küçümserdim;
İyisine de, kötüsüne de yuf çekerdim.
Daha doğrusu bu aşağılık yere,
Ne gelirdim, ne yaşardım, ne ölürdüm.
Ömür uzasa bile yaşam nasıl olacak?”
Ömer Hayyam
Harald Dream adlı bir Alman yazar, “Uruk Aslanı Gılgameş” adlı romanlaştırılmış bir eser yazmıştı. Bu eserinin baş tarafına da, Asur Kıralı Asurbanipalın Ninova’daki saray kitaplığında bulunan Gılgamış Destanının, bir kil tablete yazılmış olan, Asurca metninden bir şiir eklemişti. Bu şiirde anlatılan Gılgamış’tır:
“O ki dünyanın son bucağına kadar bakabilir,
Her şeyi görür, her şeyi bilir,
Üstü örtülü olanı açığa çıkartırdı.
Tüm bilgelik ve tecrübeler ona aitti,
Suları görür, saklı olanı bulur,
Tufan öncesinden haber verir,
Bitap düşene kadar yol alırdı.
Tüm emekleri bir taşa kazınmıştır,
Çevresi duvarla örülü Uruk’ta,
Kutsal tapınak Eanna’nın surlarını o yaptırmıştı.”
Kur’anı Kerim; Mu’min suresi(40’ıncı sure) Suresi,27’inci ayet:”Gaybın anahtarları O’NUN, Allah’ın nezdindedir. O’nu, yalınız O bilir.”Ben, üşenmeden saydım GAYP ile ilgili olarak değişik Surelerde tam(44) adet Ayet gördüm.
Daha önceki bölümlerde, Güney Amerika’daki Aztek metinlerinde bir tufandan bahsedildiğini yazmıştım. Ortaasya’daki Türk efsanelerinde de bir tufan öyküsü anlatılmaktadır. Sayın Erdoğan Aydın,”Nasıl Müslüman Olduk” adını vermiş olduğu görkemli eserinin (301)’inci sahifesinde bu konuya da yer vermiştir:
“Yayık(Tufan) olacağını ilkin “Temrü müüstü kök teke”(demir boynuzlu gök teke)bildi.7 gün dünyaya dolaştı. Bağırdı.7 gün deprem oldu.7 gün dağlar ateş püskürdü.7 gün yağmur yağdı.7 gün fırtına oldu ve dolu yağdı.7 gün kar yağdı.7 aziz kardeş(büyüğü Erlik, tanrıcıl, nomçe; kitap, ehli Ülgen) gemi yaptılar. Her cins hayvandan birer çift aldılar.(Gemi Yal Mönkü adlı büyük dağda yahut Kosagaç’a yakın Iyık dağında hala durur!”Tufan bitti. Ülgen gemiden bir horoz saldı. O soğuktan öldü. Kaz saldı; o gelmedi. Kuskun(Karga) salındı; leşe daldı.7 kardeş gemiden çıktılar. Ülgen, Nom’dan aldığı güçle, insan yaratmaya girişti. Altın fincan içine kök çiçek koydu. Kardeşi Erlik, bu çiçeğin bir parçasını çalıp gene bir insan yarattı. Ve ilh” (A.V.Anohin. Keza).
“Görüyoruz. Türk toplumu, sünger gibi her şeyi emicidir. Akdeniz’den Altay dağlarına dek yayılmış Sümer medeniyetine özgü Tufan efsanesini, İslamlıktan önce, kendi çevresine göre benimsemiştir. İslam medeniyeti ile karşılaşınca, ondan da etkilenmemezlik edemezdi.”Asırlar geçmiş olsa bile Türk Toplumunun huyları hiç değişmemiştir. Müslümanlığa duyduğu şekilde inanır; Kürt Sait’in zırvalarına, cenneti geneleve çevirenlerin masallarına, gözyaşları içinde inanır, Bonanza Çiftliğindeki ilkokul mezununun masallarına, İslam Dinini bir şekiller halitası olarak sunan sahtekârlara da yürekten inanır!
Sümer efsanelerinin Ortaasya’ya erişebilmesi akla çok yatkındır. Sümerli Ünlü Lüdingirra, anılarında Ortaasya’dan Mezopotamya’ya geldiklerini anlatmaktadır.”Dedelerinin, Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanların yaşadığı, kuzey yanı yüksek dağlarla çevrili, bir yerden bugünkü yaşadıkları yere geldiklerini anlatmaktadırlar. Hayret, Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diye de hayıflanmaktadır! Sonra; araştırmalar yüzelli Sümerce kelimenin Türkçe olduğunu ortaya koymuştur. Mezopotamya ile Ortaasya arasında bir iletişim olduğu muhakkaktır!
Afganistan’da Mezar’ı Şerif öyküsü de dini içerikli bir öyküdür. Hz. Ali’nin cenazesinin bir deve sırtında, Mezar’ı Şerife ulaştığı öykülenmektedir. Hz. Ali’nin öldürülmüş olduğu yer ile Mezar’ı Şerif arasındaki mesafenin önemi yoktur. Devedeki Ali, tabuttaki Ali ve dahi deveyi çeken de Ali! Teslis! Bunun dahi anlamı yoktur; çünkü bu bir yüceltme öyküsüdür!
Gılgamış-Utnapiştim-Tevrat ve Kur’anı Kerim anlatımlarına göre de ortada örnek alınacak bir gemi modeli de yoktur. Tavuğun iskeleti örnek olarak verilmektedir. Mısır, Mezopotamya ve Güney Amerika piramitleri biri birinin benzeri! İki kıta arasında okyanuslar olduğuna ve gemi de olmadığına göre, Tufan olayı ve piramit benzerleri nasıl örnek alınmıştır!
Büyük İnsan ve Büyük Bilgin Profesör Dr. Muazzez İlmiye Çığ Hanımefendimiz (75.000)çivi yazılı tableti tercüme ederek, Sümerler konusunda insanlığı aydınlatmıştır. Bu arada,”Kur’an, İncil ve Tevrat’ın Sümerlerdeki Kökleri”adlı kitabıyla da düşünebilen beyinlere ışık tutmuştur. Nuh Tufanından söze derken bu kitaptan da söz etmemek eksiklik olur düşüncesindeyim:

“TUFAN”

“Çok eski çağlarda, insanları yok etmek amacı ile Tanrı tarafından büyük bir tufan yapıldığı hikâyesinin, yalınız, ilk Kutsal Kitap Tevrat’ta yazılı olduğu biliniyordu. Fakat geçen yüzyıl içinde NİNİNVE’DE yapılan kazılarda çıkan Asur kralı Asurbanipalın Kütüphanesi içindeki bir tablette aynı hikâye okununca (1872) büyük bir şaşkınlık yaşanmış ve bu inanç kökünden sarsılmıştı. Gılgamış Destanı’nın son kısmını oluşturan bu hikâye, ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a, tufandan kurtulup Tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen Utnapiştim tarafından anlatılmıştı.”Buraya bir nokta koyalım. Nuh Tufanından 2200 sene sonra yazılmış olan bir Anadolu destanındaki benzerliğe bir göz atalım:
Yunan Mitosunun tanrılarla bir tutulan en büyük kahramanı Atreus oğlu Agamemnon’dur. Kendisi Akha’ların Kralıdır. Kardeşi Menalaos ta Isparta Kralıdır. Baştanrı Zeus’un kuğu şekline girerek seviştiği Leda’dan olma Klytaimestra ile evlenmiş, karısının ikiz kardeşi olan Güzel Helen ile de kardeşi Menalaos evlenmiştir. Anadolu yakasında bulunan Truva şehrinde de Kıral Priamos, karısı Hekabe, Büyük oğlu Hektor, Kızı Kassandra ve Küçük oğlu Paris—Aleksansros-yaşamaktadır. Kral Menalaos’un Girit adasına cenaze törenine gitmesinden yararlanan, Isparta sarayına konuk olarak inen Paris, Güzel Heleni çeyizleriyle birlikte Truva’ya kaçırır. İşte bu olay, dokuz sene sürecek ve sonunda Truva’nın yakılmasıyla sonuçlanacak bir savaşa neden olur. Başkomutan Agamemnon’un komutasında Aulis limanında toplanan birleşik filo rüzgâr beklemektedir. Rüzgârların esmemesine kutsal bir geyiğin öldürülmesinin neden olduğuna inanan Agamemnon, Kızı İphigeneia’yi—İfijeni’yi— Aşil—Akhilleus—ile nişanlamak bahanesiyle Aulis’e getirterek Rüzgâr tanrısına kurban eder. Bu, onun da öldürülme nedeni olur. Dokuz yıl sonra; kapatma olarak yanında getirdiği Bakire Kassandra ile Mykene sarayına iner. Kendisini, Amcasının oğlu Aigisthos ile sevişen karısı Klyteamestra hınçla beklemektedir. İlk fırsatta, Kassandra ile birlikte öldürülürler. Krallar Kralı, Zeus düzeyine yüceltilen bir kahramanın ölümü böylece komik bir biçimde olur!
Diğer tarafta; İlyada Destanının asıl kahramanı Aşil’in öyküsü vardır. İlyada, Truva’nın ve Kral Agamemnon’un değil Aşil’in destanıdır:
Kral Peleus ile Deniz tanrıçası Thetis’in oğlu Akhilleus—Aşil—doğduğunda, anası onu topuğundan tutarak ölümsüzlük ırmağı Steks’e daldırır. Bu Aşil; Truva Kralı Priamos’un Yiğit oğlu Hektor’u öldürür. Paris’in atmış olduğu ok ta; Aşil’in Styk suyu değmemiş topuğuna isabet ederek ölümüne neden olur. Ölümsüzlük peşinde koşan Aşil de, bir okla öldürülerek ölümsüzlüğe kavuşur. İki destanın ortak yanları yalınız bu kadarcık değildir.
*Bilge Kral Gılgamış her şeyi önceden bilmektedir.
*Her şeyi önceden bilen Kassandra; kendisiyle sevişmediği için Apollon’un ağzına tükürmesi nedeniyle kendisine kimseler inanmamaktadır.
*Tahta at fikrini ortaya atan Kalkhas ta her şeyi bilmektedir.
Ünlü İzmirli Kör Ozan Homeros, İlyada da, Aşil’e şöyle dedirtmektedir:
“Anam! Kısacık bir ömür sürmek için doğurdunsa beni,
Uzun değil, kısacık bir ömür verdi kader sana!”
Biz yine de dönelim konumuza.“Asurbanipalın saray kitaplığında bulunan Tufan öyküsü Akadça yazılmış olduğu halde, öyküde geçen bazı kelimelerin Sümerce olduğu dikkati çekmişti. Philadelphia Üniversitesi Müzesinde bulunan bir kırık tabletin Sümerce ve manzum bir şekilde yazılmış olduğu görüldü. Tanrılar insanlara kızarak, bir Tufan yapmaya karar veriyorlar. Ziusudra isimli birine bir tanrı tarafından durum bir duvar arkasından bildiriliyor. Kırık tabletteki bu satırlar şöyledir:

“Alçakgönüllü ve saygılı olan

 Her gün tanrısal görevlerine dikkat eden
 Ziusudra’ya Tanrı Enki,
“Duvardan bir söz söyleyeceğim sözümü tut!
 Kulak ve söyleyeceklerime!
 Birden bir Tufan kült merkezlerini kaplayacak,
 İnsanlığın tohumu yok olacak,
 Tanrılar meclisinin sözü karardır,
 An ve Enlil’in emirleriyle/ Krallık, Hükümdarlık son bulacaktır!”
Bundan sonra tabletin kırık kısmı geliyor. Burada geminin nasıl yapılacağı bildirilmiş olmalı. Metnin yine okunan kısmında, Tufanın bütün şiddetiyle memleketi kapladığı;7 gün,7 gece sürdüğü, bittiğinde Ziusudra’nın Tanrılara kurbanlar yaptığı yazılı. Buradan çok ilginç bir gözleme varıyoruz. İlyada Destanı, MÖ.1200’lerde meydana gelmiş bir olayın, MÖ.800’lü yıllarda yazıya dökülmüş halidir. Doğa olaylarına karşı Krallar Kralı, Zeus’la bir tutulan Agamemnon dünyalar güzeli kızı İfijeni’yi kurban etmekten çekinmemektedir. MÖ.3500’lü yıllarda yazılmış olan Tufan öyküsünde de”Ziusudra Tanrılara kurbanlar kesiyor!”Başka bir anlatımda;”Utnapiştim’in kesmiş olduğu kurbanların başına tanrılar sinekler gibi üşüşüyorlar!”Sümer uygarlığında insanları kurban etmek geleneği yokmuş. İslamiyet’ten sonraları bile, Nil nehrine Genç Kızların kurban edilmesi uzun süre devam etmiştir. Azteklerin, her sene (20.000)genç esirin göğüslerini granit bıçaklarla yararak, kalplerini çıkartıp, tanrılarına kurban ettiklerini de biliyoruz. Ostüzü.
“Sonunda: Ziusudra, kral,
Tanrı Anu ve Enlil önüne attı kendini.   
Onu sevdiler, bir tanrı gibi yaşam verdiler ona.
Bitkilerin adını, insanlığın tohumunu, koruyan,
Ziusudra’yı güneşin doğduğu yere,
Dilmun ülkesine yerleştirdiler.”36
36-S.N.Kramer,“Tarih Sümer’de Başlar,” s.128–132.Sümer şairleri, Tufanı yalınız hikâye olarak anlatmakla kalmamışlar, ayrıca onun yaptığı felaketi başka konulara ait kompozisyonlarda da sözgelişi anlatmışlardır. Ele geçen böyle iki metinden Tufan ile ilgili satırlar:
1-“Numun bitkisinin meydana gelişi hakkındaki şiirden:   
“Rüzgâr yağmur getirdikten sonra,
Bütün yapılmış duvarlar yıkıldıktan sonra,
Kudurmuş fırtına yağmur getirdikten sonra,
Bir adam, ikinci bir adama karşı çıktıktan sonra,
Tahıl yetiştikten, ot bittikten sonra,
Fırtına” yağmuru getireceği”, dedikten sonra,
O,”yağmuru yapılmış duvarların üzerine boşaltacağım” dedikten sonra,
Tufan” her şeyi silip, süpüreceğim” dedikten sonra,
Gök emir verdi, yer doğurdu,
Numun bitkisini doğurdu,
Yer doğurdu, gök emir verdi,
Numun bitkisini doğurdu.”
2-Lagaş şehrinin başlangıcından Guda’nın zamanına kadar (İÖ.2150) olan olayları kapsayan yarı tarihsel bir belgedeki Tufan ile ilgili bölüm:
“Tufan her şeyi silip süpürdükten sonra,
Ülkenin yıkılması tamamlandıktan sonra,
İnsanlık sonuna kadar dayandıktan sonra,
İnsanlığın tohumu korunduktan sonra,
  *Karabaşlı Sümer halkı kendisini yeniden kalkındırdıktan sonra,
   An ve Enlil insanı adıyla çağırdıktan sonra,
   Ensi-lik kurulduktan sonra,
   Fakat henüz gökten krallık inmemişti.”
*Ünlü Lüdingirra anılarında:”Dedelerimiz, kuzey yanı dağlarla kapalı bir yerden geçerlerken Sarı saçlı ve Mavi gözlü insanları gördüklerini anlatırlardı. Sarı saçlı ve Mavi gözlü insan olur mu?”Diyerek hayretini saklamamaktaydı. Kafkas dağları olabilir. Ostüzü.
Ünlü Sümerolog S.N.Kramer, A.G.E. S.99.”zaman, zaman Mezopotamya’da büyük su baskınları olmuştur. Bu yüzyıl içinde 1925.1930.1954 yıllarında da büyük felaketlere neden olmuş olan su baskınları 7’inci ve 8’inci asırda ve Abbasiler döneminde;10,11 ve 12’inci yüzyıllarda yazıya geçmemiş önemli su baskınları olmuştur.”
Âlem adamlardır şu Amerikalılar, Ağrı Dağında Nuh’un gemisini aramaya başladıklarından sonra—1949’dan beri—Ermeni ve Kürt terörünün arttığını görenimiz olmuş mudur? Bu sefer de, Türk basınında manşet üstü haberler:”Titanik enkazını bulan Robert Ballard,
“NUH’UN GEMİSİNİ SİNOP’TA BULACAK.”Posta gazetesi,22 Temmuz 2003.”
“Nuh’un Gemisi’ni bulmak için 27 Temmuz’da Sinop’ta araştırmalara başlayacak olan bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard.”Gemi çürümüş olabilir” dedi.”Atlas Okyanusunun en dip noktasındaki Titanik’i bulup inceleyen ve batmasıyla ilgili sır perdesini aralayan,2’inci Dünya Savaşı sırasında batan Nazi savaş gemisi Bismark’ı ortaya çıkaran ABD’Lİ dahi bilim adamı ve sualtı araştırmacısı Robert Ballard(61) şimdi de Nuh’un Gemisi’nin peşinde. Büyük bir grupla yüzyıllar öncesinin ticaret merkezi Sinop’a gelip, gemisiyle Karadeniz açıklarında araştırma yapacak olan Robert Ballard, tahta geminin enkazını nasıl bulacağını soranlara;” denizin oksijen olmayan derinliklerinde tahta çürümeden yüzyıllarca kalabilir”açıklamasını yapıyor.9,8 Trilyon liralık araştırmanın 41 günde tamamlanması planlanıyor. Yola çıkmadan önce basın toplantısı düzenleyen Ballard:”Türkiye’de 4 ayrı araştırma yapacağız ve tarihi yeniden canlandıracağız” diye konuştu. Haberin altında temsili bir Nuh’un gemisi ve:”7500 yıllık Nuh’un Gemisi’nin arama çalışmaları İnternet’ten izlenebilecek!” Müjdesi!
  Haber bir kere yayımlanmaya görsün, sürekli olarak gündemde tutulur. Daha önce de, 09 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet gazetesinde de, Görkemli Ağrı dağının renkli fotoğrafı etrafında iddialı bir haber:
İncil araştırmacısı ABD’Lİ Edward Crawford’un iddiası!”

“NUH’UN GEMİSİ’NİN YERİNİ BİLİYORUM.”

“Nuh’un Gemisinin karaya oturduğu yeri “tam” olarak bildiğini iddia eden bir Amerikalı, Ağrı Dağı’na çıkmak için Türk yetkililerden izin bekliyor.”
“İncil üzerine yaptığı araştırmalarla ve arkeolojik kazılara olan merakıyla tanınan Edward Crawford, Türk makamlarından izin alabilirse daha önce altı kez çıktığı Ağrı Dağı’na bir kez daha tırmanacak. Ancak, bu kez diğerlerinden farklı olan bir şey var: Crawford, bu kez son derece iddialı. Nuh’un Gemisi için yaşamından 25 yıl ve cebinden de 75 bin Dolar kadar para harcayan Edward Crawford, buzlara gömülü bulunan geniş dikdörtgen biçimli yapının 4483 metre yükseklikte olduğu görüşünü savunuyor.
Dini inanışlara göre de, Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda karaya oturdu. Edward Crawford, Ağrı Dağı’na daha önce yaptığı tırmanışlarda üzerlerinde yazı olan muhtelif taşlar buldu. Crawford’un ifadesine göre, bu taşlar Sümerlerden kalma. Crawford, taşlardaki yazılardan ve uzaydan çekilen fotoğraflardan yola çıkarak Ağrı Dağı’nın kuzey cephesinde Nuh’un Gemisi’nin yerini belirlediğini ileri sürüyor. Crawford, büyük bir umutla Türk yetkililerin iznini beklediğini kaydetti ve “Artık, kamuoyu bilmeli. Dünya bu olayı izliyor”, dedi”.
Bu haberleri belki de hiç okumuyoruz. Okuyanlarımız da gülüp geçiyorlardır. Ermenilerin SOYKIRIM masallarına inanmayan Hıristiyan ülke kalmamış gibi. Ermenilerin ve onları destekleyenlerin kilit şifresi ARARAT DAĞI. İki de bir,” Nuh’un Gemisi Ağrı Dağı’nda”haberleri uluorta verilirse ve dahi “Tevrat’a” ve “İncil’e”göre tanımları yapılırsa bu ne anlama gelir! Bu anlatımlar, İncil’e ve Tevrat’a inananları bir eksen etrafında toplamaya, birlik ve beraberlik içinde hareket etmeye sevk Etmez mi? Ermenilerin iddialarına dünyanın ilgisini çekerek destek sağlamaz mı? Üzerinde yaşamakta olduğumuz, dünyanın ilgisini çeken, bu coğrafyaya lâyık olabilmek için bu coğrafyamızın geçmişini ve efsanelerini de çok iyi bilmek zorunda olduğumuzu asla unutmamalıyız. Gazi Mustafa Kemal:”Bu coğrafyaya lâyık bir ulus olduğumuzu kanıtlayamazsak; kara gözümüzün hatırı için, bizi bu coğrafya’da yaşatmazlar!”Sözünü boşuna mı söyledi sanıyorsunuz!
Haber yazılı ve sözlü basına ulaştırıldı mı bir Reyting yarışı başlamaktadır. Haberden murat edileni düşünen de olmamaktadır. O günlerin Milliyet gazetesi de çok büyük puntolarla haberi okuyucularına ulaştırmıştı:
“HZ.NUH’U BULDULAR!”
NUH’UN GEMİSİ’NİN arandığı Karadeniz sularında 7bin 500 yıllık insan iskeleti bulundu. Alman Bild Gazetesi, iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı!”
“”NUH’UN FİLOSU!””Sinop açıklarında 1500 yıl öncesinden kalma tahta parçalarının dördüncüsü de bulundu. Ve Robert Ballardın bir fotoğrafı!”

“NUH’UN GEMİSİ SİNOP’TA OLAMAZ”

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden Prof.Dr. İsmet Gedik, Karadeniz’de tufan olduğu ve Nuh’un Gemisiyle bu tufandan kaçtığı iddialarının gerçeğe dayanmadığını belirterek;”Sinop’ta 10–12 bin yıl öncesinin coğrafik haritası incelendiğinde, deniz seviyesinin yaklaşık 100 metre daha düşük olduğu görülür. Dolayısıyla Karadeniz’de dere ve ırmak ağızlarında 100 metreye kadar inildiği zaman bir yerleşim yerine rastlanabilir. Bu doğal bir olaydır. Adada yaşamayan insanların, bir tufandan gemiyle kurtulması söz konusu olur mu? Deniz suları yükseldikçe, kaçakları bir kara hep yanlarında buluyor.”Demiştir. Karşı sütunda da: “BERLİN AA.”
“Alman Bild Gazetesi, Türkiye’nin Karadeniz sahilinde bulunan 7bin 500 yıllık bir iskeletin Nuh Peygamber’e ait olabileceğini yazdı.”Karadeniz’de olağanüstü bulgu-Burada Nuh’un iskeleti mi bulunuyor?”başlığıyla verilen haberde, Titanıc’i bulan 59 yaşındaki Robert Ballardın, Northern Horizon(Kuzey Ufku) adlı araştırma gemisiyle bölgede 2 yıldır büyük tufanla ilgili deliller aradığı da hatırlatıldı. Haberde, denizin dibinde yaptığı araştırmalarda eski yerleşim merkezlerine ve batık gemilere ait parçalar bulan Ballardın, Nuh’un Gemisi’nin de yaklaşık 100metre derinlikte olduğunu tahmin ettiği belirtildi.”

“Tarihi aydınlatacak”

“Haberde Ballardın,”son buzul devrinde, buzullar eriyerek denizleri taşırdı. Akdenizin suları Marmara denizini aşarak Karadeniz havzasını doldurdu. Suyun Karadeniz’e dökülüşü, Niagara Şelalesi’nde olduğundan 200 kat şiddetliydi”, sözlerine de yer verildi. Haberde ayrıca, Nuh’un Gemisinin, karadenizde bulunması durumunda, denizin dibindeki zehirli çamur nedeniyle iyi korunmuş şekilde ortaya çıkacağı ve bunun tarihe ışık tutacak önemli bir gelişme olacağı ifade edildi.”
Ballardın Kuzey Ufku adlı araştırma gemisi, Rus ve Bulgar Bilim adamlarının da yardımıyla Karadenizin dip tabakasının kesitlerini çıkartarak, katmanlarda tatlı su kabuklularına rastladılar. Bizler, Türkiye Cumhuriyeti olarak, bu araştırma ekibine sadece ve dahi sadece Yüzbaşı rütbesinde bir deniz subayı verebildik. Sonunda da Dev bir kitap yayımladılar:”NUH TUFANI”.
Profesör Dr. Sayın Muazzez İlmiye Çığ’ı yeniden dinleyelim:
“Tufan oluşumu hakkında yeni bir varsayım “Cumhuriyet Bilim Ve Teknik dergisinde yayımlandı. Aynı konuyu birkaç yıl önce İstanbul Üniversitesi’nde konferans olarak dinlemiştim. Jeologlara göre, Nuh Tufanı Karadeniz’de olmuştu. Buzullar erimeden önce Karadeniz, Boğazın tabanından 85 metre derinlikteymiş ve Marmara’nın suyu Karadeniz’e akıyormuş.11 bin yıl önce buzullar eriyince denizler birdenbire yükselmiş ve sular, Boğaz’dan büyük şelaleler halinde denize boşalmış. Bu boşalma ile deniz kıyısında olan yerler su altında kalmış. Bundan kurtulan veya felaketi görenler Mezopotamya’ya göç ediyorlar. Yazı icat edildikten sonra da ağızdan ağza ulaşan bu olay yazıya geçiriliyor diye varsayıyor jeologlar” S.G.E. S.51 Dipnotu.   
Diyanet İşleri Başkanlığı da yapmış olan Prof.Dr. Sayın Süleyman Ateş,15 Ekim 2010 tarihli Vatan Gazetesindeki bir yazısında, bir tek cümle olarak Nuh tufanından söz etmiştir:”
“Yazar—Sayın Turhan Utku—Nuh Tufanı’nın evrensel değil, bölgesel olduğu kanısındadır. Kuran’dan da Tufanın bölgesel olduğu anlaşılmaktadır”Buyurmuştur.
Din adamlarımız için; Sümerler, Gılgamış Destanı, Mezopotamya uygarlıkları hiçbir anlam taşımamaktadır. Mısır uygarlığı da önemli değildir. Hz. Musa ve Karısı Müslüman’dır! Firavunla savaşırlar! Musa Firavun Birinci Seti’nin kızından olma bir Yahudi oğluymuş ve İkinci Ramses’in Muhafız Alayı Komutanı ve Amon-Ra Rahibiymiş; bunların önemi de yoktur.27 Firavun sülalesini tek bir Firavuna indirgerler. Hz. Âdem Müslüman olduğu gibi; Hz. İbrahim de Müslüman’dır!”O zaman, Hz. Muhammed’e neden İslam’ın peygamberi deriz?”Dediniz mi yandığınızın resmidir.
Bizler bu kafayla mı Ağrı Dağımızı koruyabileceğiz? Tarihimizde yazılı üç önemli kişinin Türk ulusuna yapmış olduğu kötülükleri kaçımız bilmekteyiz?
İngiliz kadın Ajanı Gertruda Bell,1916 ve sonrası; Irak’a Arkeolog kimliği ile giren en büyük casuslardan birisidir. Ünlü Casus Thomas Edward Lawrence’ın de hocasıdır. Lawrence ile birlikte, Müslüman Arap aşiretlerini ve Hz. Muhammed’in torunlarını Osmanlı devleti aleyhine kışkırtarak isyan etmelerini sağlamıştır. Kurulacak olan ırak Krallığının sınırlarını belirleyen haritayı da bu Kadın Casus çizmiştir. Irak ulusal Müzesinin de kurucusudur. Sevgilisi olan İngiliz Binbaşısının Çanakkale’de ölümü üzerine, içine düşmüş olduğu bunalım sonucunda intihar etmiştir.
Thomas Edward Lawrence, Irak’a arkeolog olarak girmiş ve 1916–1918 yıllarında Mekke Şerifi Hüseyin’i; sonunda ırak Kralı olan Osmanlı ordusunun albayı Faysalı ve Ürdün Kralıyken öldürülen Abdullah’ı Osmanlı aleyhine isyan ettirmiştir. Bu iki casus Osmanlı devletini yenmişlerdir. Lawrence ve Gertruda Bell, Afganistan’da da büyük işler başarmışlardır. Lawrence 1931 senesinde bir motosiklet kazasında ölmüştür.
Bu konuda Fransızlar da bir Arkeologu, Louis Massignon’u Bağdat’ta görevlendirmişlerdir. Louis Massignon 1909 senesinde casusluk suçundan tutuklanarak Bağdat cezaevine kapatılmıştır. Bir kırık çömlek parçası üzerinde Hallac’ı Mansur’un iki dizesini okuyarak, ömrünü Hallac’ı Mansur’u araştırmaya adamış ve dört ciltlik ünlü kitabını (70) sene sonra yayımlayabilmiştir. Kırık çömlek parçasında şu beyit yazılıymış:
“İnsanın Tanrıyı görmesi mümkündür/
Yeter ki, kendi kanıyla aldığı abdestle iki rekât namaz kılsın!”
Batı âlemi Petrolun peşine düşmüşken Osmanlı ne ile mi meşgul idi! Almanların telkiniyle ilan etmiş oldukları Mukaddes Cihata önce; Osmanlı’nın Arap asıllı Bağdat Müftüsü itiraz etmişti:
Halife Arap asıllı ve Kureyşli olmadığından mukaddes cihat ilan etme yetkisi de yoktur!”
Fazilet Takvimi’nin 19 Nisan 2002 sayılı yaprağının arkasına bir göz atarsak, Nuh Tufanı ile ilgili Kuran ayetlerinin sıralanmış olduğunu görürüz: Hûd Suresinin 42 ve 43’üncü ayetleri yorumlanarak verilmiş.”Nuh, kendisine inanmayan oğlunu bir kenara çekerek: “Oğulcağızım!(Sen de) bizimle beraber bin, KÂFİRLERLE beraber olma!”diye seslendi ”S.Hûd,42 fakat bu asi evlat...”
Zamanının peygamberlerine inanmayanlara KÂFİR denildiğine aklımız yatıyor da, yeni peygambere inanmayan eski peygamber ümmetlerine de KÂFİR denilmesine aklımız nedense bir türlü ermemektedir!
Hz. İsa’ya inanmayanlar KÂFİR!
Hz. Muhammed’e inanmayanlar da KÂFİR.
Hz. Nuh’a inanmayanlar da KÂFİR!
Hz. İsa’ya ve diğer peygamberlere inanmış olanlar da Hz. Muhammed’e inanmış olanlara göre KÜFFAR!
Bu Nuh tufanı öyküsünün her üç Semavi dine yansıması biraz tuhaf değil midir?
“Nuh’un tanrısına” inanmayanlar Kâfir. Nuh—Utnapiştim—dönemi çok tanrılı bir dönem. Bu dönemde, bir Tufan öyküsü manzum olarak düzenleniyor. Çok tanrılı dinlerin, tanrılarının görevleri ve bunlara nasıl uyulacağı da pratik olarak o toplumlarca uygulanıyor. Sümerlerde, ibadethanelerde faaliyet gösteren kutsal fahişelerin, sokağa çıktıklarında saygı görmeleri için, başlarına Türban takma zorunlulukları da var.
Babil’de de daha ilginç bir uygulama vardı: Evli kadınlarda,”senede bir gün, ibadethaneye giderek, kendileriyle ve parayla birleşecek erkekleri beklerlerdi. Kazanacakları bu parayı da ol ibadethaneye bağışlarlardı. İbadethane önünde, günlerce kendilerini beğenecek erkek bekleyen kadınlar olduğunu öğrenmekteyiz. Halkımız arasında dolaşan bir hurafeye göre de; Ulu Tanrımız Babil’e iki melek göndermişmiş. Bunlar Dünya Nimetlerinden tattıklarında meleklikle ilgili görevlerini de unutmuşlarmış. Bendeniz de gençliğimde bunu şiirleştirmiştim:   KAMBUR FELEK!
    Bir tatsaydın Dünya Nimetlerinden;
Babil’e inen melekler gibi.
Viskiden, Rakıdan, Meyden içseydin;
Sorardım kederden, kaderden yana,
Çakırkeyif bir elime geçseydin.
Tatsaydın bir parça aşktan, nefretten;
      Bir parça da insani merhametten.
Bencileyin yalınayak gezseydin,
Yağdırmazdın kar, felaket, sel gökten.
 Bencileyin bir güzeli sevseydin, Bir tatsaydın Dünya nimetlerinden.
Şarkı söyleyip, şiir okusaydın,
Mest olup ta çalsaydın uttan, tamburdan;
Utanırdın sen bile sırtındaki kamburdan.
 Nuh’a inanmayanlar, diğer peygamberlere inanmayanlar; Tanrı’ya da inanmamış sayılmaktadır.”Nuh’un tanrısına nasıl inanılacaktır! Bunun da ne kuralı ve ne de tanımı yoktur! Peygamberler, Tanrı adını kullanarak ve Tanrı’yı konuşturarak kendilerine itaat edilmesini isterler. Nuh Tufanı öyküsünde de bu taktik vardır. Bu öğreti sistemiyle Din ve Tanrı ile aldatanların bireyleri ve toplumları masallarla kandırmalarını da sağlamaktadır!
 Bu şekilde tek tanrıdan bile habersiz bir toplumun yaratmış olduğu bir öykünün, tek Tanrıya inanan dinlerce de kabul edilmesini nasıl yorumlarsınız!
Dikkat edersek; ilk başlarda, tüm sosyal düzen kurallarının yöresel olduğunu görürüz. Bu kuralar bir toplumun içersinde kaldığında KÜLTÜR oluşmaktadır. Sosyal düzen kuralları bir toplumun dışına çıkarak, su baskınları gibi, öteki toplumları da etkisi altına aldığında UYGARLIK oluşmaktadır. Günümüzde en çok diğer toplumları da etkileyen MODA ve MÜZİKTİR. Tevrat’ta olan Kur’anda da vardır. Yöresel gelenek, görenek, örf ve efsaneler. Neden Amerika’daki, kutuplardaki ve Avustralya’dakiler yoklar! “Oruç bir gün boyu tutulur!”Greönland adasında bir gün üç ay sürmektedir. Kutuplarda ise, altı ay gece ve altı ay gündüz vardır! Elimizdeki kutsal metinlere bakarak burada yaşayan insanları dini vecibelerini yerine getirmedikleri için sorgulayabilir miyiz? Kurallar, bilinen şeylere göre konulmuştur.”Tanrılar, yeryüzündeki tüm nefes alanların öldürüleceğine hüküm vermişlerdir!”Bu Tufan öyküsü yazıldığı zamanda bilinen yeryüzü parçasına bakmak gerekmektedir. İlkel insanların dünyaları çevrelerinden ibaret değil midir? Bizim Yobazlarımızın dünyaları da Yahudi ve Arap masallarından ve Mekke’den ve dahi Türbandan ibaret değil midir?
Tanrı inancı, bir otokontrol sistemi yaratmaya yönelik değil midir? Çok tanrılı dinlere mensup yöre insanının bu amaca yönelik yaratmış olduğu efsanelerden diğer yöresel dinler de neden yararlanmış olmasınlar? Tevrat’ta tehlikeli iki kavim: Gog ve Magog. Kur’anı Kerim’de de Yecüc-Mecüc. Arap din bilginleri! Bunları Türkler ve Çinliler olarak yorumlamaktadırlar. Çok tanrılı dinlerin efsanelerine Tek Tanrılı dinlerin kucak açmalarının başkaca dayanakları da vardır. Burada bu konu yazıyı uzatır.
İnsanlar aynı inanç kuyusunda bocalamaktadırlar. Napolyon’un çok güzel bir saptaması vardır:

“Zaferin babası çoktur. Yenilgi kimsesiz bir yetimdir!”

Ölümün nedenini, ayrılıkları, ömürlerin senelerle sınırlı olmasını hep dünyanın sırtına yüklerler:”Yalancı dünya!”
Dünya kime ve ne biçimde yalan söylemiş!”Benim bir senemde dört mevsim var!”Dediği halde üç mevsimle mi geciktirmiş bir senesini!
“Her can ölümü tadacaktır!”Demişte; bazılarını ölümden uzak mı tutmuş. Üzerinde can bulan tüm yaratıkları aç mı koymuş! Yalancı olan biz insanlar değil miyiz? Doğmasını biliyoruz da ölmenin nedenini neden dünyamıza yüklüyoruz? Dünya yaşantısı ile insanoğlunun yaşamdan beklentisi biri birine uymamaktadır. Aslolan, belirli sınırlarla sınırlı olan yaşamak denilen bu mucizeyi adam gibi kullanabilmektir. Bu dünyada iyi bir örnek vererek yaşayana armağan olarak cennet vaat edildiğine göre, Aslolan burada yaşamak olmuyor mu? Asıl armağandan büyük değil midir?”Kuşumu bulana 100 altın!”Burada kıymetli olan kuş olmuyor mu?

Şapka giymemek için Mısır’a kaçan Büyük bir şairimiz:

 “Bir zevki yok gecesinde, gündüzünde,
Neyleyeyim ben bu yeryüzünde?”Diye dert yandığında, yanıtını da almıştı:
“Bir zevk alamadıysan yaşamdan/Bu senin kendi noksanın!”

“Hem okudum, hemi de yazdım,

      Yalan dünya senden bezdim!”Bu isyanlarımızın nedeni hayalî bir yaşam masalı olan öteki dünya öyküleri olsa gerektir diyorum.
Karıncalar, Arılar, Yarasalar, Sığırcıklar, Balıkların çoğu, Şempanzeler, Goriller ve Orangutanlar toplu halde yaşarlar. Yeryüzündeki hayvanların çoğu sosyal yaratıklardır. Bunlar neden böyle yaşarlar diyerek bir sözleşmeden söz etmeyiz. İnsanların toplu yaşamalarını da bir sözleşmeye bağlamışızdır:”Contrat Sociale.”Toplumsal Sözleşme!”Bu sözleşme nerede yapılmıştır? Yazıyı bilmeyen, biri birini yiyen, sığınmış oldukları kovuklardan da dışarı çıkamayan insanoğulları, kimlerin çağrısıyla, kimin uçağı ve kimin gemisiyle bir araya getirilmiştir. Bu sözleşme hangi dilde düzenlenmiş, oturumları, komisyonları ve alt komisyonları kimler yönetmiştir! Kızılcahamam’da ya da Abant’ta mı ya da Bonanza çiftliğinde, CİA desteğinde mi bu sözleşme onaylanmıştır!
Homo homini lupus!”—İnsan, insanın kurdudur!—Diyen filozof bunu nasıl kıvırmıştır! Bunların hepsi de palavradır, Filozofların fantezileridir, yutturmamalardır. Umudun ve çarelerin bittiği yerde başlayan mucizenin sancılarıdır tüm bunlar. Mucize gelmeyince de, insanoğlu kendi mucizesini kendisi yaratmıştır. Haa! Şöyle olmuştur diyebilir miyiz?
Patladığı kesin olan beşinci yıldızdan kaçmak için uzay araçlarına binen kimselere bir AKİL adam:
“Arkadaşlar beni dinler misiniz? Büyük sözü dinlemediniz ve biri birinizi yok etmek için nükleer savaşa bile başlayarak güzelim yıldızımızın patlamasına neden oldunuz. Gideceğimiz dünya’da; kavgasız, gürültüsüz ve savaşsız bir mutlu yaşam için bir sözleşme yapalım mı? Uğultu halinde:

Yapalım mm! Siz ne derseniz öyle olsunnn!”

“Bu sözleşmeye uyacağınıza Ananızın; Bacınızın namusu ve şerefleri üzerine yemin içer misiniz?”
“Hemi vallahi, hemi de billahi, anamız avurdumuza fursun ki içtik gittiii!”
“Tamam! Bu Toplumsal Sözleşmemiz CD’YE kaydedilmiştir. Bu sözleşmeye de uymazsanız gideceğimiz dünyayı da patlatırsınız. O dünyadan öteki yıldızlara gitme olanağımız da olmayacağından, bu bizim neslimizin sonu demek olur!”
İnsanlar arasındaki kavga gemiye biner binmez başladığından, gemiyi yöneten ol Akil Adam, renklerine ve dahi inançlarına göre insanları başka, başka yörelere indirmiştir. İnsanlar, karşı toplulukları kolayca öldürerek mallarını ve dahi kadınlarını almak için kendi aralarında, kavgası ve gürültüsü eksik olmayan, bir gruplaşma yaratmışlardır. Bunları da kutsal saydıkları metinlere yazdırmışlardır. Kavganın nedeni inanç meselesine bağlanmıştır. Günümüzde bu yağma işi daha ince ve daha insani bir şekle sokulmuştur:
“Demokrasiyi ve insan haklarını geri getirmek, insanların biri birlerini boğazlamalarına engel olmak için, Afganistan’a ve Irak’a ve Türkiye’ye yardım elimizi uzatacağız!”yani:
Yer altı ve yerüstü servetlerine el koyacağız, karşı gelenleri acımadan öldüreceğiz, kadınlarının ve kızlarının ırzlarına ibretiâlem için, çaktırmadan zevkle ve sürekli olarak geçeceğiz. Dünya devletlerini, demokrasi ve insan hakları için, site devletlerine böleceğiz ve Dâhili yardımcılarımızın iktidara gelmelerini ve halklarını bir kilo bulgura evet dedirtecek hale sokmalarını da sağlayacağız.”İşte sizlere her satılmışın vicdanında saklamış olduğu “İctimayiMukavele!” Önce Tevrat’a bir göz atalım da İsrailoğullarının Toplumsal Sözleşmelerini bir görelim:         (Tevrat, Tekvin 27.16–11.)”ve babası İzaak ona dedi: Şimdi yaklaş ve beni öp oğlum. Ve yaklaşıp onu öptü ve esvabının kokusunu kokladı ve onu mübarek kılıp dedi:
“Bak oğlumun kokusu
Rabbin mübarek kıldığı kırın kokusu gibidir,
Ve tanrı sana göklerin çiyinden,
Ve yerin semizliğinden,
Buğdayın ve şarabın çokluğunu versin;
Kavimler sana baş eğsinler,
Kardeşlerine efendi ol.
Ve ananın oğulları sana baş eğsinle;
Sana Lânet edenler lânetli olsunlar,
Ve seni mübarek kılanlar mübarek olsunlar.”Hayrullah Örs, Musa ve Yahudilik, s.63.
“İsrail oğulları midyani’lere karşı amansızdılar.”ve Rabbin Musa’ya emrettiği gibi Midyana karşı cenk ettiler ve her erkeği öldürdüler… İsrail oğulları Midyan kadınlarını ve onların çocuklarını esir aldılar ve bütün hayvanlarını, bütün sürülerini ve bütün mallarını çapul ettiler ve içinde oturdukları bütün şehirleri ve bütün obaları yaktılar.
Savaş sonunda savaşçılar aldıkları ganimetleri ve esirleri getirince Musa’nın tepkisi çok korkunç olur: Musa onlara dedi: Bütün kadınları sağ mı bıraktınız? Ve böylece rabbin cemaati arasında veba oldu. Ve şimdi çocuklar arasındaki her erkeği öldürün ve erkekle yatmış olarak erkek bilen her kadını öldürün. Ve erkekle yatmış olmayarak bilmeyen kadın ve çocukları, kendiniz için sağ bırakınız.”Tevrat, Sayılar,31,7–19.”
“Nitekim Davud’un Hitit subayı! Uria’nın karısına göz koyup adamı hileyle öldürttüğünü ve karısı Bar-Şeba’yı yanında alıkoyduğunu da Tevrat yazar.”
“Davud Uria’yı yanına davet etti, yedirdi ve içirerek sarhoş etti. Uria evine inmedi. Sabahleyin vaki oldu ki; Davud Yoab’a mektup yazdı ve Uria’nın eliyle gönderdi. Ve mektupta: Uria’yı şiddetli cenkte ön diziye koyun ve onun yanından çekilin ki, vurulsun da ölsün yazdı.” Yoab dediği gibi yaptı ve Uria da öldü. Böylece Piç Salomon da dünyaya gelmiş oldu. Tevrat, II Samuel 11,1–27.Öte tarafta: Zina eden kadınların taşlanarak—Recmedilerek—öldürüleceği de Tevrat’ın buyruğudur. Hz. Muhammed, zina eden bir hamile Yahudi kadınını doğumundan sonra, Tevrat’ın hükmüne göre, taşlatarak öldürtmüştü! Ve Yahudilerin Toplumsal Sözleşmesi olan Tevrat’ta,”bütün kavimlerin insanlarının ve mallarının Yahudilere tahsis edildiğinden” söz edildiği gibi;”Binbaşıların ve Yüzbaşıların ganimet altın ve gümüşleri Hahamlara taktim ettiklerinden” de söz edilmektedir.

Arapların—Müslümanların—Toplumsal Sözleşmeleri!

Önceleri Diğer dinlere uyanlara da kucak açılmıştır: A’raf Suresi(7/39 sure),179 ‘uncu ayet:”Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları ÜMMİ! Peygamberlere uyarlar…”
Enfâl Suresi(8/93);1‘inci ayet:”Sana harp ganimetlerini sorarlar. De ki:”Onlar Allah ile Resul içindir. O halde Allah’tan korkun ve aranızda barış ve esenliği kurun. Ve eğer müminler iseniz Allah’a ve O’NUN Resulü’ne itaat edin.”
Şura Suresi(42’inci sure) 7‘inci ayet:”Ve işte böyle sana—Muhammed’e—Arabî bir Kur’an vahyetmekteyiz ki Umm’ul Kura’yı(Mekke Şehrini) ve çevresindekileri sakındırasın ve o toplama gününüm dehşetini haber veresin—Onda şüphe yok; bir fırka cennet’te, bir fırka sair’de(çılgın ateş içinde).Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’anı Kerim ve İzahlı Meali, s.482.                                             Hüneyin gazvesinde işler sarpa sardığında, ayet değiştirilmiştir. Hz. Muhammed’in sütannesi Halime de esir kadınlar arasındadır.    Ahmet Cevdet Paşa’nın “Kısas’ı Enbiya”’sına bir göz atarsak, Müminler arasındaki ihtilafın GANİMET PAYLAŞIMI nedeniyle meydana geldiğini de anlamış oluruz. Zira:
        44.000 Koyun ve keçi,
        24.000 deve,

300 Okka Altın,

        600 Okka Gümüş ve 6000.Kadın Esire Ganimet olarak ele geçirilmişti. GANİMETLERİN paylaştırılmasında büyük bir isyan patlak vermişti. Ebu Süfyan’a (3000) deve ve (120) Okka Gümüş verilmişti. Ebu Süfyan, Ümeyyeoğullarındandı, Mekke’nin önceki yöneticilerindendi. Aynı zamanda, Ebu Cehil’in damadı ve Hz. Muhammed’in de Kayınpederiydi ve Muaviye’nin de babasıydı! İlk defa Muhacirin ve Ensar arasında çok sert tartışmalar çıkmıştı. Bu sureye eklenmiş olan (41’inci) ayetle sorun çözülmüş gibiydi:           41:”Doğru ile yanlışın ayrılış günü, iki topluluğun karşılaştığı gün, kulumuza indirmiş olduğumuza inanıyorsanız şunu bilin:
Ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah’a, resule, resulün yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışa aittir. Allah her şeye kadiridir.”Peki soyup soğana çevrilenler; O,emeksiz ele geçirilen bu malları ve canları da, bol keseden dağıtan O YARATAN’A ait değiller midir? Allah’ın Ganimet’ten pay istemesi, O’NUN DA çalışanların alın terine muhtaç olduğunu mu gösterir! En Büyük Din Bilginiz buyurdular ki:”Kureyza Yahudi Aşiretinin katliama uğraması Allah’ın emriyledir!”İnanmam ve Arap Toplumsal Sözleşmesinin bir gereğidir derim.
Bakınız, önce toplumsal uzlaşı sağlanıyor; liderin fikirleri etrafında uzlaşma oluşunca da diğer toplumlara saldırılıyor. Yeniden yapılanma, Glasnost gibisine biraz bakmamız gerekmez mi? Rusya’da ulusal toparlanma ve Petrol’ün cennetinde yaşadıkları halde bu coğrafyaya ve bu çağa ve üzerinde yaşamakta olduğu bu dünyaya lâyık olmayan Çeçen dincilerini boyunduruk altına alma.
İnsanoğlunun kendi aptallıkları yüzünden, içine düşmüş olduğu fenalıklardan ve felâketlerden, kendi gayretleri, kendi gözyaşları ve kendi kanlarıyla kurtulmuş oldukları hemen unutulmaktadır. Her türlü masallar, vaatler ve öteki dünya öyküleri yaşam gerçeğinin önüne geçirilmektedir. Bir liderin yaratmış olduğu birlik ve beraberlik dağıtılabilmektedir. Bu olgular, insanların insanlıklarını bilememelerinin eseridir. İnsan olma olgusu doğuştan kazanılmamaktadır. İnsan ne verilirse onunla ölümüne gitmeye göre programlanmıştır. Yüce Tanrımız en Büyük devlet adamını ve en gerçekçi lideri Türk ulusuna verdiği halde; dedeleri ve nineleri o liderin peşinden ölümüne gittiği halde, torunları üçkâğıtçılar arasında lider aramaktadırlar! Ama diğer canlılarda bu olgu yoktur. Her şeyi kullanma sevdasında olan insanın kendisi de en çok kullanılanlardandır. Bir karınca türünün çok ilginç bir eylemi vardır: Başka tür bir karınca kolonisini basan karıncalar, karınca larvalarını sırtladıkları gibi kendi kolonilerine taşımaktadırlar. Burada hayata gözlerini açan bu çalıntı karıncalar o koloninin köleleri olarak programlanıp, ölene kadar kölelik yapmaktadırlar. Azgelişmişlere uygulanan Demokrasi ve Din masalları; ilkokulu bile bitirememiş, sakal bırakarak Şıhlaha soyunmuşun altına nice yüksek tahsilli Fadimeleri yatırdığı gibi, kirli çoraplarını da sevap kazanmak isteyen mensuplarının direksiyon camlarına astırtmaktadır. Bendeniz iki Toplumsal Sözleşmenin varlığına yürekten inanmaktayım:
*Ortak yaşamanın gereği olarak, dünya üzerindeki tüm canlılar arasındaki Toplumsal Antlaşma. Bu, dünya üzerinde kendiliğinden oluşmuş bir doğal olgudur. Her canlı kendisini ilgilendiren ve yaşamasını sürdüreceği alanları bulmuş ve buradaki yaşantısını gelecek kuşaklarına da devredebilmiştir. Kuduz mikrobu canlıların beynini, Verem mikrobu canlıların akciğerlerini, canlıların sindirimine yardım eden bakteriler de canlıların bağırsaklarındaki yerini almıştır. İnsanları Tanrı ile kandıracak olan açıkgözler de Politikada ve dindeki yerlerini almışlardır.
*İnsan denilen ne idiği belirsiz yaratığın, kendi dışındakileri ezmek, sömürmek ve yok etmek için, bilinçli olarak, yapmış olduğu TOPLUMSAL ANTLAŞMA. Antlaşma için:
1*Taraflar gerektir.
2*Gün, Ay ve Sene ile belirtilen bir zaman parçası gerektir.
3*Taraflar gerektir.
Medine Sözleşmesine bir göz atalım:    Hz.Muhammed, Medine’ye geldiğinde, Yahudi toplumu ile 65 maddelik bir antlaşma imzalamıştı. Ne zaman ki, Hz.muhammed Medine’de güçlendi, anlaşmaya taraf olan Yahudi aşiretlerinin felâketi olmadı mıydı? Fransızların konuya dönmeyi belirten güzel bir deyimleri var:”Revonons a nos moutons!”Biz de koyunlarımızı saymaya devam edelim. Nerede kalmıştık! Toplumsal Sözleşme!     
Dünya üzerinde görmüş olduğumuz hayvanlar ve bitkiler ve dahi böcekler, neden bir toplumsal sözleşme yapmamış olsunlar! Bizim gözlemlediğimiz bu yaşamsal olgu, kesintisiz ve birkaç küçük aykırılığın dışında, her sene aynen işlerliğini kanıtlamaktadır.
Zakkum ağacının yapraklarını yiyen Hz. Muhammed’in develerinin ölmesi; ısırgan otunun dikenlerinin yakması, acı badem ve acı biberin yiyenlerin ağızlarını yakması, harabelerde yetişen Cırtlağın—Ebu Cehil Karpuzunun—kendisine zarar verecek canlılara bir sıvı ile tohumlarını fışkırtması,120 adet acı bademi yiyen insanın ölmesi, akrebin, Karadulun ve Yılanın sokması, eşeğin tepmesi, bir savunma sisteminin işlemesi değil midir? Ama çiçeklerden usare emen böceklerin o çiçeklerin üremelerine yardımcı olmaları, timsahların dişlerini temizleyen kuşları yememeleri, canlıların sindirim sistemlerine yerleşerek hazmı kolaylaştıran bakterilerin bu hizmetleri beslenmeleri karşılığında değil midir? Bu örnekleri çoğaltabildiğimiz kadar da çoğaltabiliriz. Leş sineklerini çekebilmek için leş gibi kokan yılancık çiçeğini neden tenkit edelim! Bu bir doğal yasa halini alarak saat gibi işleyen bir sistem değil midir?
Mağaralarda yaşayan ilkeller, maymunlar gibi yiyip, içmiyorlar mıydı? Ne helâları vardı ne de kanalizasyonları. Biz subaylar, acemi erlerimize helâdan yararlanmayı öğretmek için çok uğraşmışızdır. Güneydoğuda, tüy dikme olaylarını çok gözlemlemişimdir! Meyveleri ve böcekleri olduğu gibi yerlerdi; ama ormanları da yakmazlardı.     
1856 senesinde; Almanya’da Duesseldorf yakınlarındaki Neandertal kasabasında yol yapımı sırasında, bir garip iskelet bulunmuştu. Sonradan, aynı adla anılan bu iskeletin bir tür insan soyuna ait olduğu anlaşılmıştı. Elleri upuzun, dizlerinin altına kadar uzayan bu garip yaratıklar, Toplumsal Sözleşmeye uyamadıkları için bizim soy atalarımız tarafından yenilmiş olmasınlar!     
Önce ve Avrupa’da “Euro Poid”ırkının varlığını görüyoruz. Fransa’da Kro Manyon adlı bir mağarada bulunduğu için bu adla anılmıştır. Sonra, Afrika’da Güney Sahra’da ve Avrupa’da, bugünkü Negroid ırka çok yaklaşan insanımsı iskeletleri de bulunmuştur.  
İnsana çok benzeyen “Australopitek” maymun iskeletleri bulunmuştu.
Java adasında Pitekantrop; Çin’de Sinantrop, Cezayir’de de Atlantrop iskeletleri sıradaki yerlerini aldılar.
En sonunda da, nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinemeyen bugünkü baş belası İNSAN, HOMO SAPİEN ortaya çıktı. Bu Homo Sapiyenler        ,yaradılışları gereği öteki akrabalarını yemiş olmasınlar!   Meyvelerin gelişme programlarının hayvanların davranışlarıyla uyum içersinde olduklarını gözlemlemekteyiz. İnsanımsıların alet kullanma becerilerini de gözlemlediğimizde, her yöre için aynı sonuca ulaşmaktayız. En yumuşağından ve en kolayından en zoruna ve en sertine. Günümüzde de Şempanzeler alet kullanmasını biliyorlar. Taş ve sopaları savunma aracı gibi kullandıkları gibi, meyveleri dallarından düşürmek ve sert kabukluları kırmak için de kullanabiliyorlar. İnce çubukları karınca yuvalarına sokarak, çubuklara yapışan karıncaları afiyetle yiyebiliyorlar.
1951 senesinden beri Japon Makak Maymunları tüm meyveleri yıkayarak yiyorlar ve bu gelenek yeni nesil Makaklara da geçmektedir.
İlkel insanların da bu şekilde araç kullanmaya başlamış olduklarını delilleriyle bilmekteyiz. Çamurdan, kilden, ağaçlardan ve sert taşlardan başlayarak, yumuşak madenlerin kullanılmasına geçtiler. Bakırı silah ve kullanım eşyası olarak kullandılar. Bakırın asitik ortamda zehirlediğini görerek kalayla birlikte kullanmasını öğrendiler. Kurşunu buldular, bunları karıştırarak Tunç’u yarattılar. Sonra da, demiri, Çeliği ve Kromu kullanım alanına soktular.    Isınma aracı olarak ta otları, çalıları, ağaçları ve odunu kullandılar. Yakıt sorunu uygarlıkların da sonu oldu. Yakacak bittiğinde göçler de başlamış oldu. Sonra kömür, taşkömürü ve Fosil yakıtlar insanlığın ufkunu açmış oldu. Katı madenlerin kullanımı da enerji kullanımına paralel olarak gelişti. Sanki süper kozmik bir zekâ, insanoğullarının gelişmişliğine göre kullanacakları madenleri yerin altına bilerek saklamıştı. Yoksa insan zekâsı aklın emrine girerek, var olanları bulup kullanım becerisini mi geliştirmiştir! Göktaşlarından ve uydulardan alınan örnekler ve dahi tayf analizleri, evrendeki maddelerin hep aynı olduğunu göstermektedir. Bu maddeler, yıldızların ve dahi galaksilerin oluşumlarının baş etkenleridirler.
SIFIRIN, TEKERLEĞİN, CAMIN VE KÂĞIDIN BULUNUŞU, İNSAN HAFIZASININ DA GELİŞMESİNİ SAĞLAMIŞTIR.
Büyük patlamadan sonraki genişleme ve oluşumlar eşitsayıdakideğişmez maddelerin uyumu değil midir?
CANLILAR ARASINDAKİ UYUM, ONLARIN BİREYSEL VE TOPLUMSAL İRADELERİNİN ESERİDİR. Var olabilme ve varlığını sürdürebilmek için bu uyum gereklidir ve şarttır. Yaradılıştan beri var olanlardan yararlanmak ayrı şeydir; yaşamanın koşullarına uyum sağlayabilmek te apayrı bir şeydir.
İnsanoğlu, Dünya’ya gelişini sağlayan madenlerden ve enerjiden yararlanarak, yıldızlara geri dönüşünü de sağlayabilecektir. Çünkü ve dahi çünkü yaratılmış olduğu laboratuar ortamında böyle programlanmıştır. Canlıları köle olarak kullanmaya programlı insanoğlu, doğal güçleri de köle gibi kullanabilecektir. Ama bir raddeye kadar: Sonu GÜMMM! Ve yeni bir yıldıza kapağı atmakla sonuçlanacaktır.
Dünya üzerinde yaşamaya başlamış olan insanımsıların ve insanların gelişmişlik durumu; ok-yay, avcılık ve toplayıcılık durumuydu. Avrupalı, Altın deliliğine tutulmuş beyazlar, Amerika kıtasına geldiklerinde, görkemli uygarlıklara sahibolan İnkaların ve Aztek’lerin yanında çok ilkel topluluklar da vardı   .Oralarda yaşayan insanlar hep ileriye doğru evreler halinde giden bir yaşam çizgisine sahiptiler. Büyük sanat eserleri yaratmış olan bu Dünyalılar, Avrupalılar gibi öldürücü silahlara sahip olmaya yönelmemişlerdi.  Ok-Yay ve Mızrakla karşıladıkları beyazlara onların ateşli silahlarıyla da karşı koymasını bildiler.1876 yılında; Amerika Birleşik Devletleri Ordusundan,7’inci Süvari Tugay Komutanı General Kuster-Katır-Kızılderili APAÇİ Reisi GERENİMO tarafından son erine kadar imha edilmişti. Amerikalılar, vatanını savunan bu büyük askeri1909senesine kadar hapiste tutmuşlardı.
Avustralya ve yeni Zelanda’yı ve dahi Tasmanya’yı keşfeden İngiliz denizci Kaptan James Cook(1728–1779),bir yerli tarafından mızrakla öldürülmüştü. Aborjinler ateşli silahları ve insan öldürmeyi de bilmiyorlardı. Kayalar ve ağaç kabukları üzerine görkemli sanat eserleri yapmasını biliyorlardı. Bir Aborjinli ile evlenen Amerikalı kadın yazarın”İki Yürek” adlı eserini okumanızı salık veririm.
Dünya üzerinde; günümüze kadar gelmiş olan Dünya yerlileri bize en güzel Dünya gerçeklerini yansıtmışlardır. Bunların yaşamları Dünya şartlarına göre şekillenerek donmuştur. Amazon yerlileri ve Aborjinler binlerce yıldır nasıllarsa şimdi de öyledirler. Bu sene pasifik adalarının birisinde ve ormanlar içersinde,150 kelimelik bir dil kullanan ilkel bir Dünyalı topluluğu keşfedilmişti. Neden ve dahi niçin; Dünya’nın belirli bölgelerindeki insanlar gelişmişlik gösterirlerken, diğer bölgelerindeki insanların yaşantıları donup ta kalsın! Gerçek Dünyalıların zekâ ve gelişmişlik düzeyleri bir seviyede ve doğal halde yaşamaktadırlar. Karıncalar, Arılar veMaymunlar gibi koloniler halinde yaşamaktadırlar. Dünyaya da bir zararları yoktur. Çünkü Dünyamızın gerçek sahipleridirler. Dünyamıza sığıntı olarak gelenler, Modern insanoğulları! Hemcins saydıklarını da öldürmektedirler. İşte Hiroşima, işte Nagazaki, işte Irak ve Afganistan ve işte savaş alanları.
İnsanoğullarının Dünyamızın doğasına ve diğer canlılarına ve dahi hemcinslerine yapmış olduğu akıllara ve vicdanlara sığmayan kötülüklere bakıyorum da Nuh Tufanını ona göre yorumlama ihtiyacını şiddetle duyuyorum.
Nuh Tufanı ile ilgili iki resme bakıyorum da ağlayasım geliyor: Dinler Tarihi Ansiklopedisi, C.1.S.197 ve Aksaray Tarihi, C.1.S.1265.İsmail Hakkı Konyalı. Dünya üzerinde kurtarılacak canlılar, iki Kaz, üç leylek ve dört Güvercin mi?
27 Nisan 1997 tarihli Gazete Pazar’ın 10’uncu sahifesinde resimli bir haber yayımlanmıştı. Rahmetli Kasım Güdek ile Avustralyalı bir Profesör; daha doğrusu ,”Ağrı dağında Nuh’un Gemisi var!” Diye iki kişi tarafından dolandırıldığı gerekçesiyle, Avustralya’da dava açan Profesör Marvin Steaphins. Bu Nuh’un Gemisi işini alevlendiren Astronot İrvin James olmuştur:
“Tanrı’ya ve kutsal Kitaba ne kadar inanıyorsam, bu geminin varlığına da o kadar inanıyorum!”Buyurmuştu. Hele şükür, bizim Astronot Niyazi’den böyle bir yemin çıkmamıştı!
1980’li yıllarda; çok satsan bir Büyük gazetemizde, deniz kenarında sere, serpe uzanmış olarak yatan Helganın fotoğrafının altında bir cümle yayımlanmıştı:
  “Nuh’un Gemisini niçin dağ başında arıyorlar, anlayamıyorum! Benim bildiğim gemi denizde olur. Ben, onu burada arıyorum!”
  Sevgili Helga; Ağrı Dağında aranılan Nuh’un gemisi Değildir:
Türkiye Cumhuriyetinin dağıtılma yollarıdır!
          Üçüncü bölümün sonu.
       
        

192- HERKES SERSEM, ALEM APTAL, YALNIZ SİZ AKILLI!


                        OSMAN TÜRKOĞUZ
                        osmanturkoguz@hotmail.com
                   İzmir; 22 Ekim 2010.

                                      HERKES SERSEM, ÂLEM APTAL,
                                       YALINIZ SİZ AKILLI!

Uluslar, egemenliklerini geçici bile olsa, bırakacağı Meclislere dahi gereğinden fazla inanmamalı ve güvenmemelidir. Çünkü Meclisler bile despotluk yapabilir ve bu despotluk bireysel despotluktan daha tehlikeli olabilir. Meclislerin öyle kararları olabilir ki, bu kararlar ulusun yaşamına giderilmesi olanaklı olmayan zararlar verebilir.”
                                     ATATÜRK.
“Bazı insanları her zaman, bütün insanları da bazen kandırabilirsiniz; ama bütün insanları her zaman kandıramazsınız.”
                                     Abraham Lıncolyn.

         Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sayın Abdurrahman Yalçınkaya, son Türban Meydan Savaşı üzerine tamamen, Anayasayamıza, yasalarımıza ve yerleşmiş içtihatlara ve dahi yetkilerine ve Devrim Yasalarımıza uygun bir açıklama yapmıştı.
Ne demişti:
         “Üniversitede, dinsel inanca dayalı türbanla öğrenim görmeye izin veren düzenlemeler ”LAİKLİK VE EŞİTLİK” ilkelerine açıkça aykırılık oluşturulur. Devrim yasalarını da ilgilendirir. Bu, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM kararlarında vardır. Kararlar değiştirilemez. Siyasilerin aksi beyanları devletimizin temel ilkeleriyle bağdaşamaz…”
        MHP. Genel Başkanı hemen konuştu: ”Cumhuriyet Başsavcısı TBMilletvekilleri Meclisinin görevine müdahale ederek Meclise talimat vermiştir.
Hoppala yavrum yaz geldi, Ülkemize TÜRBAN AZ bile geldi.
         Meclis Başkanımız İmam-Hatip kökenli ve dahi bedava, orman helikopteri ile seçim bölgesine hava atmaya meraklı Sayın Mehmet Ali Şahinin bu sefer Şahinliği tutarak bedava helikoptersiz, bedava bir çıkış yaptı:
         “Bu bildiriyi yayınlayan makamın bildiriyi derhal geri çekmesini Türk Milleti’nden ve onun temsilcisi TBMM’DEN özür dilemesini bekliyorum. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu bildiri ile TBMM’ye adeta talimat vermiştir. TBMM’ye adeta bir MUHTRA verme girişiminde bulunuldu. Bu kabul edilemez!”                                        Buna bir tek yanıt verilebilir: Hadi canım sende!
Sayın Başsavcımız bakınız kimlerin haklarını ve onurlarını savunmuştur.
         *Anayasamızı yaratarak Türk Ulusuna emanet eden TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİ VE BU ANAYASAMIZI %92,07 GİBİ BİR DESTEKLE ONAYLAYAN Yüce Türk ulusunun onurunu korumuştur.
         *Danıştay’ımızın, Yargıtay’ımızın ve Anayasa Mahkememizin evrensel hukuka dayanan onurlu kararlarını da korumuştur.
         *Ele güne karşı da; AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN ONURUNU KORUMUŞTUR. Burada; bir bez parçasından medet umarak tüm geçmişimizi hiçe sayanlara bir hatırlatma yapılmıştır. Türkiye Büyük Milletvekilleri Meclisinin adı bile geçmemiştir.
         Sayın Şahin Beyefendi, hangi yasal yetkiye dayanarak bu çıkışı yapmıştır! Bu, bedava helikoptere binerek Karabüklülere hava atmaya benzemez. Bendeniz bazı Anayasa maddelerimizi hatırlatmak istiyorum Zira ihtimaldir ki bu maddeler ileride canlanarak adamlara hesap sorabilirler:
Türkiye Cumhuriyeti 1982 Anayasası.                           
X1. Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
         “Madde 11. ”Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organları, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır.
         Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.”
         Genelgeler, yasalara ve Anayasaya aykırı olabilir mi! Darül Harp bölgesinde olur mu?

                            ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
                                      YARGI
         1-Genel hükümler
         A-Mahkemenin bağımsızlığı
         MADDE 138- Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verirler.
         Hiçbir organ, makam ve merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.
         Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.
         Yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”
         Ey Türk insanı, bunlar anayasamızın ırzına geçilen hükümleri. Uyanmalısın artık.
                  8. Anayasa Mahkemesi kararları
         MADE153- “Anayasa mahkemesinin kararları kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.”
                   153/7’inci son fıkra: ”Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar.”
         Sayın Seyircilerimiz; bu maddeler ve dahi bunca kesinleşmiş içtihatlar Atatürk’ü Sevmeyenleri, Sayın RTE’Yİ ve dahi Sayın Türbancıları bağlamaz mı?
        
        

İzleyiciler

Blog Arşivi