23 Ağustos 2010 Pazartesi

182- DİLDE BAŞLAYAN ÇÖZÜLME ULUSAL ÇÖZÜLME İLE SONUÇLANIR



OSMAN TÜRKOĞUZ
Osmanturkoguz@Hotmail.com 
Çeşmealtı- yeniden yayımlama




                              182- DİLDEBAŞLAYANÇÖZÜLME   ULUSALÇÖZÜLMEYLE SONUÇLANIR.



“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
                                               Gazi Mustafa Kemal, 24 Eylül 1930
                                                          
 “Sadri Maksuda Arel’ın “Türk Dili İçin” kitabına yazdığı önsöz



            15 Mayıs 1985 tarihinde; Akşehir İlçe Jandarma Bölük Komutanlığını denetledim. Öğlenden sonra; denetleme sırası, Ceza ve Tutuk evinin 100 m. Kuzeyinde bulunan Cezaevi Jandarma Karakolunda idi.
            Denetleme düzenindeki erler, arkalarını Ceza ve Tutukevine dönmüşlerdi. Jandarma erlerinin karşısında bulunan benim yüzüm, güneşe ve cezaevine dönüktü.
            Bir toplumun uluslaşma sürecinde ve o toplumun toplumsal yaşamında, dilin önemini anlattım.
            Kaya yarıklarına giren yağmur suları nasıl donarak, nasıl kayaları parçalarsa; bir dilin içerisine giren,  yabancı dil sözcükleri de o dili ve o ulusun ulusal bilincini öyle paramparça eder dedim. Sonunda o ulus paramparça olur ve çöker diye konuşmamı noktaladım.
            Anadolu Beyliklerini saydıktan sonra da sordum:
            “Anadolu Beyliklerinin hangisi, Osmanlı Beyliğinin yerine, Anadolu’ya egemen olsaydı, Türkçe evrensel bir dünya dili olurdu?”
            Tüm jandarma erbaş ve erleri, soruyu yanıtlamak üzere sol ellerini havaya kaldırdı.
*Çünkü denetleme düzeninde tüfekleri sağ ellerinin kontrol undaydı Ey! Komünist avcıları!”*
O anda; karşıda bulunan Ceza ve Tutuk evinin en üst penceresinden bir ses gürledi:
            “Karamanoğulları Beyliği, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Beyliği komutanım.” Dedi.
Esas duruşa geçtim. Yüzünü göremediğim o sesin sahibine selam durdum.
O sesin sahibi kimdi? Tutuklu muydu? Hükümlü müydü? Bence o sesin sahibi, herkesten ve dahi hepimizden bilinçli idi.
            Ben de gür bir sesle Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13 Mayıs 1277 tarihli fermanını okuyarak, o gök gürültülü sesin sahibine yanıt verdim:
            “Bugünden sonra; divanda, dergahta, barigahta, mecliste, meydanda, TÜRKÇED’EN başka dil kullanılmayacaktır.”
Aradan 728 yıl geçmiş, Anadolu Halk Ozanları, Türkçe söyleyip, Türkçe yazmışlar.
            Osmanlı 1876 Anayasasının 18. maddesine, Resmi Dil Türkçe yazabilmiş.
            Ünlü Romalı Hatip Çiçero:
            “Geçmişten habersiz kalmak demek, her zaman çocuk kalmak demektir.” Sözünü boşuna mı söylemiş!
            1996 tarihinde; ünlü Sümerologomuz Muazzez İlmiye Çığ, “Sümerli Ludingirra”nın Anılarını yayımladı. Bu kitabı kaç kez okuduğumu sormayınız, yanıtlayamam. Ünlü bir ozan ve yazar olan Ludingirra’nın Anıları, tarih ve edebiyat derslerinde okutulmalı derim.
Bakın neler diyor Ludingirra:
            —Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.” S.12
            - “ Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bilgilendirmeyeyim dedim.” S.13
            - “ …hem Akadca hem Sümerce bilmek gerek. Akadca, zaman, zaman bizi yönetenlerin dili. Onun için gittikçe yaygınlaşmaya başladı. Şimdi iki dil birlikte konuşuluyor. Babam Akadcayı Sümerce kadar iyi bildiği halde, Sümerce unutulur korkusu ile evde hep Sümerce konuşuyoruz.” S 30
            —Okulda Sümerce konuşmayanlar, dayağı hak etmiş olanlardı.” S. 34
            -“Babam Akadca konuşmamıza izin vermezdi. Sümerceyi unutacağımızdan korkarak. Ama ortam değişti. Gençlerimiz, Akadlılarla arkadaşlık ediyorlar. Bunu önlemek olanaksız şimdi. Sümerler, kendi ülkelerinde gittikçe azınlık olmaya başladı. Ne korkunç bir durum, ulusumuz için.” S 35
            - “Çocuklara, özellikle Akadlı çocuklara, Sümer gramerlerini öğretmek zor geliyordu. Bu yüzden, Akadlı çocukların ve yavaş, yavaş akadlaşmaya başlayan Sümerli çocukların bunları öğrenmeleri bir hayli güçtü.” S. 40
            —Yok, olmaya başlayan Sümerliliğimizle birlikte, okullarımızdaki yaşam, öğrettiğimiz bilgiler, öğretme yöntemlerimiz de unutulup gidecek.” S 43
            —Satıcılar, kimi Akadca, kimi Sümerce olarak, bağırarak sattıkları malları, alıcılara bildiriyorlardı.” S. 46  “ geçerli dil ikileşti”.
            —Gençler, ölsek bile özgürlüğümüz için, onlarla savaşalım,” dediler. Yaşlılar, aman savaşta ölmeyelim, boyunduruğa girsek ne olur sanki dediler. Doğrusu ben de gençler gibi söylerim. Özgürlük benim için çok önemli. Ama ne yazık ki özgürlüğümüzü kaybettik. Yüzlerce yıllık Sümer devleti bitti, yok oldu.” S. 55
            - “Bundan sonra biz Sümerliler, özgürlüğümüzü Akadlılara kaptırdık. Aslını ararsanız, bizim suçumuz çok bunda. Kentlerimiz el ele verip güçlerini birleştirebilseydi, bunlar başımıza gelmeyecekti. Ben daha büyük olacağım, ben daha yükseleceğim diyen şan ve şöhret düşkünü yöneticiler, ülkemizi parçaladılar, düşmanlarımıza bizi yem yaptılar. Ne acı değil mi?” s. 59 <Çözülme, dağılma ve yıkılma sürecini iyi karşılaştıralım>
            —Bizler, kitaplık ve arşivlerimizi gözümüz gibi koruruz. Ülkemize zaman, zaman, saldıran düşmanların, ilk işleri, saraylarda, tapınaklarda ve evlerde bulunan bu kitapları ve belgeleri, kırıp parçalamaktı. Herhalde,  böylece bize geçmişimizi unutturmayı ve kendilerini saydırmayı amaçlıyorlardı.” S. 85
            - “ Yabancılar, aramızda özgürce yaşadıkları halde, nedense rahat batıyor kendilerine. Ülkede kargaşalıklar hep onlardan çıkıyor. Kendi insanlarımız da birbirinden üstün olma tutkusu, düşmanların eline iyi bir fırsat veriyor.” S. 136  < çok önemli>
            Osmanlının yıkılış süreci, Abbasilerin Türk Ellerini Araplaştırma süreçlerini çok iyi öğrenelim ki, Cumhuriyetimize yönelik saldırıların aleti olmayalım.
            Ludingirra, 4000 yıl önceden haykırıyor:
             “Eti çiğ, çiğ yiyen vahşilerin kelimeleri Sümerceye girdi! Eyvah! Sümerlerin sonu yok!” Diye.
            Bakınız, 24 Mart 2005 tarihli Hürriyet Gazetesindeki köşesinden Bekir Coşkun nasıl da hayıflanıyor:
-       “Çarşıda tabelalara bakın; ben, çoğunu anlamıyorum. Türkçe bizim değil!”
Çağatay Türkçesinin en büyük yazarı Alişir Nevai, Muhakemet-ül Lügateyn adlı yapıtında nasıl da hayıflanıyor:
—Türk’ün bilgisiz zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özeniyorlar. Bir insan, geniş ve iyi düşünse, Türkçede böylesine genişlikler, zenginlikler durup dururken, bu dilde şiir söylemenin daha yerinde daha kolay olacağını anlar. Anadilimin üzerinde düşünmeye koyuldum; Türkçenin derinliklerine dalınca, gözlerime onsekiz bin evrenden daha büyük bir evren göründü. Bu evrenin aydınlık alanlarında, esinimin şahlanan atını koşturdum, sınırsız hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım.” Osman Türkoğuz/ “ Halifelik” S. 47–48
Kaşgarlı Mahmut; Bağdat’taki Abbasi Halifesine Türkçe öğretmek için, Divan-ı Lügat-it Türk isimli ölümsüz eserini yazmıştır. 1072 yılında; bu eserini Bağdat’a götürüp Halifeye takdim etti. Türk ulusunu hayli övdükten sonra, Halifeye şöyle seslendi:
—Tanrı, Türkleri yeryüzüne ilk boy kıldı, dünya uluslarının yönetim yularlarını onların eline verdi, Türk dilini öğrenmek farz ve ayındır.” dedi. Osman Türkoğuz / “ Halifelik” S. 47
Kemalpaşa zade Sait ( 1850- 1921), bakınız neler yazmış:
“Arapça isteyen Urba’na gitsin,
Acemce isteyen İran’a gitsin,
Firengiler, Frengistan’a gitsin
Ki biz Türk’üz, bize Türkçe gerek.”
M. Cemal KUTAY / “Atatürk’ün Beraberinde Götürdüğü Hasret. Türkçe ibadet, Ana Dilde Kulluk Hakkı” s. 374
Gazi Mustafa Kemal Atatürk: “Türk Ulusunun milli dili ve benliği, bütün hayatımda, hâkim ve esas olacaktır.” Buyurmuştur. Birlik dergisi Mart- Nisan 2005 tarihli 156. sayısı
Her ayın 9, 19 ve 29. günleri ve bazı önemli günlerde Milli Piyango çekişişleri, TRT1’den yayımlanır. Çekilişi yöneten aydın Türk kızı, hep          “Butona basıyorum” der ve şans diler. Nedir bu buton! Türk dili ve Türk halkı, yabancı kelimelerin ve deyimlerin istilası altındadır.
Bizim ulusal onur bayrağımız tarafımızdan yaralanmıştır. Gün be gün; dilimiz, önce aydın gençlerimiz, sonra da taklitçilerimiz tarafından kirletilmektedir.
Ulusal dil bozuldu mu, o ulusun kendi diline göre şekillenen mantığı ve anlayışı da bozulur.
Dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıyız. Kurtarıcı beklemek; Ayasofya Kilisesine sığınıp gökten inecek kurtarıcı bekleyen Bizans Halkından ve Arap’tan bize miras kalmıştır.
Romalı Ünlü Hatip ÇİÇERO: “Başları tarafından kurtarılmayı yalnız köleler bekler.” Demiştir. Biz köle değiliz; bir an önce dilimizi; sonra da kendimizi bu yoldan kurtarmalıyız.
26 Mart 2005 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinden bir haber;
“SES BAYRAĞINA SALDIRILIYOR”
İzmir (Cumhuriyet Ege Bürosu) : Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Güncel Türkçe Sözlükte yer alacak bazı sözcüklerin, Türkçeye saldırı anlamı taşıdığı savunuldu.
Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, yaptığı açıklamada; sözlükte: “ …animatör, ankorman, aupair, avanproje, avantüriye, beherglas, bilbort, billboard, brokır, dedveyt, developır, diaspora, enterfon, faktorink, faynıl For, final four, gros market, guvernör, heliport, insert, kontuar, koreograf, kuver, laptop, leasing, leptap, okeyleme, okeylemek, oper, otel garni, rambursman, raiting, reeksport, singıl, sivilize, virman,…” Gibi sözcüklere yer verildiğini belirtti
Özel açıklamasında; ‘Bu, ses bayrağımız, Türkçeye bir tür saldırıdır. Yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmak, Türk Dil Kurumu’nun görevidir. Bu kurum, Atatürk’ün başlattığı Dil Devrimi’ne inanmadığı için gibi dili soysuzlaştırabilecek, sözcükler türetmesi, İngilizce sözcükleri, ikili yazımla dile katması, Türkçeyi sözcük, sözcük çiğneyip, yakıp yıkmaktır.’ Görüşüne yer verdi.
KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığının 2020 ve sonrası Dergisi; bakınız, Konfüçyüs, dil konusunda ne buyuruyor!
“Konfüçyüs’se sordular: Bir ülkeyi yönetmeye çalışsaydınız ilk iş ne oludu?” büyük Filozof yanıt verdi: hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyicilerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam etti. “ Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler, doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.
                                              
                                    OSMAN TÜRKOĞUZ
                                   E.J.KD. ALB-HUKUKÇU.

KAYNAKÇA:
1.    M. Cemal KUTAY; Atatürk’ün Gönlündeki Hasret, Türkçe İbadet
2.    Muazzez İlmiye Çığ; Sümerli Ludinirra’nın Anıları
3.    KKK. lığı Eğitim ve doktrin K. Lığının 2020 yılı sonrası dergisi
4.    Osman Türkoğuz; Halifelik
5.    24 Mart 2005 Tarihli Hürriyet Gazetesi
6.    Birlik Dergisi; 156. sayı
7.    26 Mart 2005 Tarihli Hürriyet Gazetesi                       

181-KRAMER KRAMER' KARŞI





            OSMAN TÜRKOĞUZ
            osmanturkoguz@hotmail.com
            Çeşmealtı; 23 Ağustos 2010.

                                  
KRAMER, KRAMER’E KARŞI!
                                           (ÖYKÜ, 15 Ağustos 1987).

            Zonguldak’ta, Belediye otobüs duraklarının Uzun Mehmet caddesinin dere kenarında toplanması ne güzel olmuş.
Eskiden, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Güzergâhı olan bu cadde üzerinde ve bu alanlarda çok anım vardır. Bunları düşünerekten; alnının ortasında SİTE yazılı otobüse bindim. Otobüs, İsmet Paşa Köprüsünden sola, işçi anıtına, oradan da Hükümet konağı önüne, oradan da kadırga yokuşuna yöneldi. Ben, SİTE semtine gitmek amacı ile otobüse binmiştim. Şoför sarhoş mu? Dellendi mi diye düşünürken, Site-İnağzı otobüsüne bindiğimi anladım!
Anladım ve düşüncelere daldım:
            Bir arabam olabilirdi; böylesine vakit öldürmekten de kurtulmuş olurdum.
On paralık adamların altlarında lüks arabalar! Yazları, deniz kenarlarında az mı çileler çekiyoruz! Çadırlardan pazarlara otostop! Tanıdık çehrelerden kaçmak için, fileleri ve Pazar torbalarını ara sokaklardan kaçırmaya da gerek kalmazdı.
Kendi, kendime konuşuyordum. Eğri ok elde kalır, doğru düşmana atılır. Yay eğri olduğu için sırtta taşınır; mızrak ve ok doğru olduğu için düşmana atılır. Ormanlardan hep doğru ağaçları keserler.
Önümüze serilenleri ve seçtiğimi düşündüm.
Otobüs dolaştı; Askerlik şubesinin önünde indim. Niyetim, Mehmet Çelikel Lisesine gitmekti. Havada iyice kararmıştı. Ben de, kendi, kendimi, olumsuzluğun ağır bastığı bir sübjektiflikle yargılamıştım. Yargılamaktan da öte, çok hırpalamıştım.
            Mehmet Çelikel Lisesinin bulunduğu sokağa girdiğimde; Zonguldak İl Jandarma Alay Komutanı J.Albayı Osman Türkoğuz’un bana doğru geldiğini gördüm.
Çok ilginç bir karşılaşma olacağını hissettim. Bendeniz Emekli Jandarma Kıdemli Albay Osman Türkoğuz; karşımdaki de Zonguldak il Jandarma Alay Komutanı Jandarma Kıdemli Albay Osman Türkoğuz!
Aramıza şu otobüste yürütmüş olduğum mantık nedeniyle soğukluk girmiş olduğunu da anladım. Selam vermeden yürüyüp geçmek istedim; kolumu tuttu ve:
            “Emekli olduktan sonra çok şeylerini yitirmişsin. Selam vermek yok mu?” Dedi.
            “Tünaydın!” Dedim.
            “iyi akşamlar Beyefendi!” Dedi. Her karşılaşmada söylenenler bittiğinde:
            “Biraz önce; beni ve tüm geçmişinizi yargıladınız. Beni de aptallıkla suçladınız.” Dedi.
            “Nereden biliyorsunuz! Yine imzasız mektuplar mı?”
            “Bana kapalı zarfları okuyan Osman denildiğini sen de biliyorsun. Demiş olduğun yöntemlere de itibar etmediğim bilginiz dâhilindedir. Şimdi, iki kişilik olarak, erkekçe konuşalım.” Dedi ve telsiz ile:
            “Merkez dokuz! Merkez dokuz! Çevrimden çıkıyorum. Önemli bir şey olursa jandarma santralına not ettirirsiniz!” Emrini vererek, olumlu yanıt alınca da, telsizini, çevrime kapattı.
Kolumdan tutarak, Ulu çınarın dibine çekti ve konuşmaya başladı:
            “Üzerinizdeki pardösüyü ve sivil elbiseyi, 1976 senesinde Karamürsel’den taksitle ben satın almıştım. Ayakkabın, gömleğin ve kravatın da benim satın aldıklarım. Tanrımız bilir; iç çamaşırların ve çorabın bile benim satın almış olduklarımdır! Emekli olalı bir buçuk seneyi geçti. Bu süre içersinde ne yaptınız, kendinize neler satın aldınız? Nasıl bir sosyal çevre edinebildiniz? Hâlâ Albayım diye çağırılıyorsunuz! Manavgat’a ve Derik’e gittiğinizde de Yüzbaşım diye çağırılıyorsunuz! Antakya’da adınız Osman Binbaşı. Niçin Osman Bey, Osman Beyefendi diye hitabetmiyorlar! Yanıtınız yok mu?” Dedi.
            “Sizi dinliyorum;” dedim.
            “Oturduğunuz ev kimin? O’da benim. Her taksitini sektirtmeden ödedim, sana üç taksiti ödemek kalmıştı. Evindeki tüm eşyalar; radyo, televizyon, teyp, kütüphane, binlerce kitap kimin? Onlar da benim satın aldıklarım. Neden dimdik, benim çevremde dolanıp duruyorsun? Tüm bu sahiplenmiş olduğun şeyleri size kim sağladı! Ben sağladım. Ben, Jandarma Subayı Osman olarak, ben sağladım.”
            “Evet, amma”, demeye çalıştığımda:
            “Evet’i, mevet’i yok! Size her zaman övündüğünüz bir kitaplık ve en güzeli de engin bir kültür bıraktım. Siz ne eklediniz bu kitaplığa ve size bıraktığım kültüre?” “Kaç kitap satın aldınız?”
            “Onbeş ayda dört kitap satın alabildim!”
            “Niçin Sayın Bayım! Size milyonlarca liralık emekli ikramiyesi ve en üst dereceden de emekli aylığı bırakmadım mıydı? Dört kitapla bizleri ve dahi geçmişinizi mutlu edemezsiniz. Siz, nereden geldiniz, nereye ve nasıl döndünüz?” Sesimi çıkarmadan dinliyordum.
            “Bizim her türlü ağır şartlarda değiştirmediğimiz çizgimizi sizin de değiştirmeniz ne mümkün.”
            “Yokuştan aşağıya doğru inerken okuduğunuz bir şiir vardı. O’nu okur musunuz yeniden?”
            “Çok eskiden yazmış olduğum bir dörtlük. Ben, çok genç bir jandarma subayıyken yazmıştım,” dedim.
            “Bana mı öğreteceksiniz!” Dedi. Esas duruşa geçerek ve yüksek bir sesle okudum:
                        “Biz, yiğit oğlu yiğit, yüreği sevgi dolu;”
                        “Biz, hak olan halkımın bükülmez çelik kolu.”
                        “Dört köşeyi tutsa da çıkarın köpekleri,”
                        “Yolumuzdan dönmeyiz, YOLUMUZ ATA YOLU.”
            Çok keyiflendiğini görüyordum. Uykusuz ve yorgun olduğu belliydi. Biraz düşündükten sonra:
            “Ya, gördünüz mü Sayın Bayım! Unutmadıysanız; hudutlarda, mevzilerde elektrik fenerinin ışığı altında ve çadırlara bürünerek kitap okurdum. Şimdi de siz kitap okumuyorsunuz. Yanlış otobüse binerek te zevzekçe düşünüyorsunuz. Halk pazarlarına karanlık basınca gidiyorsunuz. Satın aldığınız meyve ve sebzeleri de evinize gizlice taşıyorsunuz. Bu yaz, Aliağa sahilinde kullanmış olduğunuz yazlık çadırı da ben satın almadım mıydı?”
            Mustafa Kemal’in ve O’NUN onurunu paylaşanların neleri vardı? Mal ve para sevdasına kapılanların utançlarını görmüyor musunuz?” Dedi ve burnunu burnuma dayayarcasına yaklaştı. Gözlerini gözlerime dikerek:
            “Leş gens heureux ont une histoire!”*-Mutlu insanların bir öyküsü vardır!*-” Dedi ve ekledi:
            “Geçmişinize aykırı düşünceleriniz nedeniyle, sizi Çaydamarına atarım. Sonra da dosdoğru Gölcük’e, Donanma Sıkıyönetim komutanlığına. Buyurunuz yolunuza!” Dedi. Ter içinde kalmıştım. Bir utandım, bir utandım ki sormayınız. Bu seferde ben yüklendim:
            “Ne yani; ırmağı neden yukarı doğru akıtmakla meşgulsünüz?” Tayini çıkanlara verilen veda yemeklerine hiç uymadınız. Göreve geldiğiniz gibi, kimsenin haberi olmadan da gittiniz. Bir hak tutturmuşsunuz, bir huk tutturmuşsunuz. Değişen ne?” Birden öfkelendi ve birden parladı:
            “Beyefendi! Beyefendi! Siz neler söylüyorsunuz? Mardin’de, 1975 yazında, bir Valinin öğretmen okulunda oğluna yaptırdığı sünnet düğünü kepazeliğine tanık olmuştunuz. Veda yemeklerini vedalaşmalarda verilen hediyeleri de gördünüz. Karşılıksız hediye almalarına nasıl gelenek dersiniz? İki oğlumu da, kimselere haber vermeden sünnet ettirmem, hediye vermemem ve hediye almamam suç mudur? Ben de inadına:
            “Hakkınızda hüküm verenler; oğullarının ve kızlarının düğünlerinde, dünyaya davetiye dağıtarak hediyeye boğuluyorlar. Sen mi doğrusun onlar mı doğru. Soyup, soğana çevirenler Atatürkçülüğü de kimselere bırakmıyorlar. Bir görev yerinde neden süresince duramadınız!” Dedim.
            “Bakınız Beyefendi; benim yollarımda yürüdüğünüz halde başka makamlardan türküler söylüyorsunuz. Sizin şekeriniz başınıza vurmuş. Beni de suç işlemeye zorlamayınız. Önümden çekiliniz de ben de bildiğimi yapayım!” Dedi. Buraya neden geldiğimi de unutmayayım mı?
            Not: Bu kısa öyküyü yayımladıktan sonra; Ankara Üniversitesi Hukuk fakültesini bitirdiğimi bilgilerinize sunarım.
21 Eylül 1995/567 Diploma numaram.

İzleyiciler

Blog Arşivi