17 Haziran 2010 Perşembe

165-LAİKLİK TÜRK'ÜN "Sİ NE QUA NON" SUDUR

            OSMAN TÜRKOĞUZ
            İZMİR;24 MART 1997.

                                  


165- LAİKLİK TÜRK’ÜN “Sİ NE QUA NON’SUDUR!

            12 Eylül 1980 tarihinde; Zonguldak il jandarma alay komutanıydım. Türk Silahlı Kuvvetlerinin yönetime el koyacağını bir hafta önceden, kesin olarak anlamıştım.
Toplu öldürmelere karşın, Bülent Ecevit ile Süleyman Demirel’in anlaşma umudu da kalmamıştı. İki çocuksuz lider de, bir uyumsuzluk çıkmazına kilitlenmişlerdi.
Genel oy ile iktidarların değiştirilmesi prensibini, silahlar ele geçirmişlerdi.
Benim hâlâ anlayamadığım bir husus vardı; bugün de var. Ülkemizde; yasalar aynı yasalardı, güvenlik güçlerimizin sayıları aynı idi. 12 Eylül 1980 tarihinde; saat 04 00’te, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Sayın Kenan Evren’in bir radyo ve televizyon konuşması ile terörün bıçak gibi kesilmesini anlamış değilim!
Şimdi de; 12 Eylül 1980 harekâtına yüklenenleri anlamış değilim.
SEBEP-SONUÇTAN habersiz gafillikler olarak nitelemekteyim bu olanları.
12 Eylül sonrası; oluşturulan anayasayı askerler mi kaleme aldılar!
Askerler, zorla mı kovuldular!
HADİ CANIM SENDELER!
            Bunu da İkinci ordu Komutanı ve Kenan Evren’in devre arkadaşı Orgeneral Bedrettin Demirel, bir nebze açıklamıştı:
            “Ülke genelinde; terör ve kargaşa arttıkça; Sayın Kenan Evren’e, yönetime hemen el koyalım önerisini yaptığımda; her seferinde:” Daha, henüz vakti gelmedi!” Yanıtını veriyordu!
            Ben; başımızdaki Generalin:
            “Sana güveniyorum Türkoğuz! Tüm yetkiler sende olacaktır!” Emri üzerine, hiç uyumadım, bu nedenle de felç tehlikesi atlatmıştım.
Önce; Asker, Jandarma ve Polis için, örneklerle bezenmiş bir kitap hazırlayarak, EKİ matbaasında, bedelini de cebimden ödeyerek, yayımlatmıştım. Yapmış olduğum öneriler ve örnekler de bağlı olduğumuz Sıkıyönetim komutanlığınca kabul edilerek, örnek olması için dağıtımı yapılmıştı.
            Süleymancılık üzerine de bir kitap yazmıştım. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Orhan Yiğit, kitabımı önemli bularak, silahlı kuvvetlere Yayımlanması için, Genel Kurmay Başkanlığına iletmişti. O zaman; Genel Kurmay Başkanımız Orgeneral Semih Sancar idi. Bana Sayın Semih Sancar imzası ile bir ikaz yazısı gelmişti.
İkaz şöyleydi:
            “Süleymancılık ile ilgili konu, bir devlet politikası olduğu için; İç Hizmet Kanununun 126’ıncı maddesi mucibince kişisel olarak ta yayımlatamazsınız!”
            12 Eylül 1980 Askersel darbeden sonra; Süleymancılarda büyük bir çıkış olmuştu. Süleymancılara ait tek tip ve yeşil boyalı binalar, şehirlerin kenarlarında yükselmeye başlamıştı. Asker kökenli ve Sayın Kenan Evren’in arkadaşı olduğu söylenen bir bakanın (M.Ö.) Sayın Kenan Evren’i ikna ederek, Süleymancılara gaza meydanını açmış olduğu söyleniyordu. Hatta Süleymancılara ait kurs binalarına Atatürk köşesi bile açılarak; Süleymancı öğrencilerin yüksek yeteneklerinin istatistiklere bile yansıtılmış olduğunu duyuyorduk.
            Bendeniz de; elimde yayımı yasaklanmış olan Süleymancılık adlı kitabımı, EKAİ matbaasında bedelini cebimden ödeyerek yayımlattım. Her yere, özellikle de Sıkıyönetim Komutanlıklarına ve güvenlik güçlerimize bedavadan gönderdim.
            Jandarma genel Komutanı Orgeneral Osman Sedat Celasun’un en yakınında; Süleymancı olduğunu saklamayan, Hacettepe Üniversitesi Fransız dili mezunu olup, astsubaylıktan subaylığa geçen bir Binbaşı vardı.
Bir kurmay yarbay da Jandarma genel Komutanı Kurmay Başkanının has adamıydı.
Benim; Zonguldak Maden işçileri Sendikası matbaasında, bedava olarak 4.000.000 Süleymancılık kitabımı bastırarak, Zonguldak’ta dağıttığım söylentisini yaydılar. Zonguldak’ın nüfusu-Bartın ve Karabük ilçeleriyle- 873.000 kişiydi. KOMÜNİSTLER, bana para vererek bu kitabı yazdırtmışlar! Daha çok iftiralar ortaya atıldı, bugün bunları hatırladığında MESLEĞİM adına üzüntü duymaktayım. Aslında suçsuz da değildim.
Anlatayım:
            Bir gün; Safranbolu ilçe merkezinden bir vatandaşımızın İl Jandarma Alayı merkezine gelerek benimle, önemli bir konuda konuşmak istediğini bildirdiler. O vatandaşımızı hemen kabul ettim.
            “Sayın komutanım; vaktinizi almayayım. Safranbolu’daki Süleymancıların kursuna, zanaat öğrensin diye verdiğim oğlumdaki değişiklikleri fark ederek sıkıştırdım: ”Baba, beni buradan al. Bize hiçbir şey öğretmiyorlar. Sabah kadar da Atatürk’ün resminin yüzüne tükürtüyorlar!” Dedi, Çocuğumun anlattığının doğru olduğunu anladım. Elektrikçilik öğrenemesi için kendilerine emanet ettiğim oğlum, pillerin bağlanmasını bile bilemiyordu. Çocuğu kurslarından aldım.
Sayın komutanım; bunlar dindar falan değiller: YEŞİL KOMÜNİSTLERDİR!” DEDİ.
Olaya bizzat el koyarak, hazırlamış olduğum hazırlık tahkikatı dosyasını Donanma Ve Sıkıyönetim Asker Mahkemesine intikal ettirdim. Yapılan yargılama sonunda: ”Zonguldak ve çevresinde bulunan Süleymancı kurs ve okulları kapatılarak, malları da hazineye devredildi” Halkımızdan imza toplayarak, Eflani ilçe merkezindeki, içi halı ve yiyecekle dolu, görkemli binayı liseye çevirttim. Mahkemenin vermiş olduğu karar da kesinleşti.
Duruma bizzat Sayın Kenan Evren’in el koyduğunu duydum. Beni, apar ve apar topar Konya’ya il merkezine pasif bir göreve atadılar. Kesinleşmiş mahkeme kararı da bozdurularak, el konulan mülkler ve mallar Süleymancılara geri verilmişti. Biz de, ailem Zonguldak’ta ben de Konya’da karşı, karşıya bırakılmıştık!
Bu ahlaksızlığa alet olan subaylar da albay rütbesinden emekli edilerek birer Atatürkçü kesildiler.
Jandarma Genel Komutanlığındaki iki subay da ordudan tart edildiler!
Jandarma Genel Komutanlığı Kurmay başkanı emekli edildikten sonra; Askeri İdare mahkemesi kararı ile tekrar görevine dönerek Korgeneral rütbesi ile emekli edildi ve vurularak öldürüldü.
Konsey üyesi ve jandarma genel Komutanı Emekli Orgeneral Osman Sedat Celasun da, maalesef öldüler. Resen emekli edilen bendeniz de; Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirerek kalmış olduğum yerden, mücadelemin başına dönmüş bulunuyorum.
            Sıkıyönetimin en civcivli günlerindeydik. Artvin İl jandarma alay Komutanlığı İl merkez Jandarma Bölük Komutanı J.Yzb. Sayın Ahmet Avcıdan bir telgraf almıştım. Kendisi; Manisa il jandarma merkez bölük komutanı olarak benim emrimde çalışmıştı.
            “Sayın komutanım; Manisa il jandarma alay komutanı iken, TSK’İNİN yönetime el koymasına karşıydınız. Bugünde en çok çalışanın siz olduğunuzu görüyorum! Bu duruma ne buyuruyorsunuz!” Diyordu! Hemen telgrafına bir telgrafla yanıt vermiştim:
             “Sayın Yüzbaşım; savaşa karşı olmak ayrı şey; savaş çıktıktan sonra savaşmak ayrı şeydir!”
            Tarihe bir göz atıyorum, aynı davranışların aynı sonuçlar meydana getirmiş olduğunu görüyorum: Roma-Kartaca savaşlarında; Hanibal, Kan meydan muharebesinde Roma Lejyonlarını perişan ediyor. 76 Lejyonu imha ediyor; zaferin vermiş olduğu coşku ile 3000 Romalı askeri serbest bırakıyor. Esirler arasında bulunan Skipiyanus Emeliyanus adlı bir Teğmen, 14 defa Kan muharebesinin taktiğini deneyerek Zanta meydan muharebesinde, Hannibal’ı yeniyor.
            Napolyon Bonapart, 1805 tarihinde, Osterliç meydan muharebesinde, üç imparatorun ordularını da yeniyor. Prusyalı General Bulukır’ı serbest bırakıyor. 18 Haziran 1815 tarihinde; Waterlo meydan muharebesinde; İngiliz Komutanı dük Wellington’u yenmek üzereyken, yıldırım gibi yetişen Prusyalı süvari generali Bulıkır’ın hücumu ile yeniliyor.
            Rus Çarlığı, Troçki ve Stalin’i serbest bırakıyor, bunlar tarafından da yeniliyor. Hasmı affetmek; onları da mağdur duruma düşme sendromu ve hatalardan yararlanma becerisi galip yapıyor.
            Mareşal Gazi Mustafa Kemal; kendisini idama mahkûm edenleri yeniyor ve onları serbest bırakıyor. Burada da; zamanın geçmiş olmasına karşın, aynı sonucu kazanma eylemi, dipten ve derinden ilerleyerek günümüzdeki durumuna gelebiliyor.
Bir devrim başarı ile yapılmış olsa; o devrime karşı olanlar sussalar ya da susmuş gözükseler, karşı devrim alttan, alta ilerler.
            Burada; yapılan devrimin nimetlerinden yararlananların kaypaklıkları ve hıyanetleri, karşı devrimin hız kazanmasını sağlıyor. Yeteneksiz ve çapsız politikacıların aymazlıları ve çıkarlara köle olmaları, halkın duygularının mantığa üstünlük sağlamasına en büyük etken oluyor.
            M.Ö.20’inci asırda; Sümerler döneminde, Hz. İbrahim TEK TANRI fikrini GÜNEŞLE sembolleştirmişti.
            Mısır’da; M.Ö.15’inci asırda, Firavun AMENOFİS 1V (ANEKNETON) tek tanrıya güneş ile varmıştı. Bu yeni tanrıya ATON dedi. Din ile devlet iç, içeydi. Firavunlar BAŞRAHİP idiler. Hem dinin başı ve uygulayıcısı, hem de yönetimin, egemenliğin ve otoritenin başıydılar. Anekneton’un yeni dini ve kendisi tepki ile karşılandı ve dinsiz Firavun diye adlandırıldı. ESKİ DİNİN RAHİPLERİ HAYATTA VE AYAKTAYDILAR! Firavun Amenofis 1V Genç yaşta ölünce yeni din de tüm etkinliğini ve inandırıcılığını yitirmiş oldu.
            M.Ö.13’üncü, Mısır’ da, piramitler için taşkıran Beni İsrail; Firavun birinci Seti’nin kızının bir İsrailli Mimardan olan oğlunun peşine takıldı.
Musa-Moşe-suyla gelen demektir. Güya birinci Seti’nin kızının Nil nehri kenarındaki sarayına bir sepet içersinde gelen çocuğa SUYLA GELEN adı verilmiş.
Sümerleri yıkan Birinci Sargon için de aynı ad kullanılır. Aslında gayrı meşru demek olduğunu dünya âlem bilir. Hz. Musa; Dayısı Başrahip te olan İkinci Ramses’in muhafız alay komutanıydı. Durumunu anlayınca İsrail kavminin başına geçti. Tek tanrı fikrine Mısır’da ulaşmıştı. Tek tanrı fikrine sarıldı. Beni İsrail’i tutsaklıktan kurtaracak ona yeni bir güç verecek bir umut gerekti. 39 kitaptan oluşmuş olan Tevrat’ın temeli olan 10 emir meydana çıktı. Din ile İsrail Kavmi iç, içe girmiş oldu. Yöneticiler, Mısır’da olduğu gibi hem PEYGAMBER HEM DE KIRAL İDİLER. DİN KURALLARI BİREYİ YÖNLENDİRDİĞİ GİBİ, İSRAİL DEVLETİNİ DE YÖNLENDİRİYORDU.
            Mekke dönemindeki ayetler incelendiğinde; sade ve özlü oldukları ve bireylerin kurtuluşlarını düzenledikleri görülür Medine devri ayetleri daha kapsamlıdır, toplumsal ağırlığı öne çıkmıştır.
            Daha sonraları 1886 tarihinde; Yehova Şahitleri tarikatı Amerika’da kuruldu. Yehova-Yahve-Hz. Musa’nın kavminin rüzgâr tanrısının adıydı. İsrailoğullarını 12 tanrıları vardı. İki önemli ve büyük iddialı görüş ortaya atıldı:1*İsa gökten, babasının yanından inerek GÖKSEL KIRALLIĞI KURACAKTIR!
            2*Hz. İsa gökten 144.000 kişi ile inerek Armegedon savaşını kazanacaktır. Bu 1914’te olacaktır. Sonra; fikir değiştirilmiştir. Bu savaş 914 doğumluların sonuncusunun ölümünde olacaktır!
            Tanrı; gökte krallık kurmuş! Niye Cumhuriyet ve İmparatorluk değil de Krallık! Yahudi ırkı Krallığı bilir. Hz. Davut ve o’nun, General Uriya’nın karısı Hititli Sitti’den olan, gayrı meşru oğlu Salamon-Süleyman-hem peygamberdir hem de kraldırlar. Din kuralları ve yönetim kuralları hep aynı kaynaktan çıkıyordu. Bugün; iki dindar grubun kapıştığı İsrail devletinin LAİK olması mümkün değildir. Musevilik, İsrail’in tarihsel ve de dinsel yapısıdır.
            Hz. İsa; 30 yaşlarında iken, Tevrat’ın bir bölümünü yorumlamakla işe başlamıştı. Bir buçuk sene sonra; 07 Nisan 30’da; Roma’nın Kudüs valisi Sinoplu PONTUS PİLADİ tarafından çarmıha gerilerek öldürülmüştü. Hz. İsa’yı ölüme gönderen Eski haham Başı ile damadı olan yeni Haham başı ve çıkar çevreleridir.
            Hz. İsa, çok yoksul bir aileden geliyordu ve devlet yönetmek fikrinde de değildi. Havarisi ve Kanonik-Yasal- İncilerden birisinin sahibi Matta, Roma İmparatorluğunun gümrük memuruydu. Hıristiyanlığın yapısı bireysel ve insanın kurtuluşiuyla ilgili olmasına karşın; Kilisenin devletleşmesi, HIRİSTİYANLARI, Tanrı adına perişan etmiştir. İNSANI ve TOPLUM; papazların ve kilisenin elinde, din e insanlık dışı işkencelere uğratılmıştır. Avrupa’da yüz senede 450.000 Kadının büyücü diyerek öldürülmüş ve yakılmış olduğu hesaplanmıştır. Hz. İsa’nın ”ÖLDÜRMEYECEKSİN!” emrine uyularak insancıklar, diri, diri yakılmışlardır!
Tanrı Devleti gibi kavramlar, kilise babalarınca ortaya atılmıştır. Kilise, Aforoz yetkisini ve günah çıkartma kavramlarını din adına ortaya atarak Hıristiyan bireyi ve toplumu esir etmiştir. Aforoz’a uğrayan bir Alman Kralı, soğuk ve karlı bir kış günü, yalınayak Roma’ya gelerek, Papa’nın kapısında üç gün yalvararak, affedilmesini beklemiştir.
            İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra; İtalya’ya kaçmış olan Bizanslı bilginler; Rönesans’ın İtalya’da doğumunu sağlamışlardır.
            Rönesans, reformlar, aydınlanma dönemi, cesur bilginler ve Fransız İhtilalı, Hıristiyanlığı İncil’in içine sokmuştur. Tam olmasa da Hz. İsa’ya dönülmüştür.
            Büyük Bilgin Bruno Giardano, zengin bir öğrencisinin Papalık ile kurmuş olduğu tuzağa yakalanarak, ENGİZİSYON MAHKEMESİ tarafından, 16 Şubat 1600 tarihinde yakılmıştı.
            1763’te 23 yaşındaki bir İtalyan Genci, BACCARELLİ, ”SUÇLAR ve CEZALARI” insanlığa armağan ederek modern Ceza kanununu yaratmıştı.
Avrupa’da din, egemenliğini yitirmişti. Roma Hukukuna dair kaynaklar bulunmuş ve ders olarak ta üniversitelerdeki yerini almıştı. Modern kanunları, medeni Kanunu ve özellikle de CEZA KANUNUNU devlet yaratmıştı. Laikliğe dönülmüştü.
            Hz. Muhammet; Müslümanlığı bireyin ve toplumun kurtuluş reçetesi olarak yaymağa başlamıştı. Bireyin kurtuluşu için Hz.İsas vari kurallar getirmişti. M.S.622 tarihinde Mekke’ye göçmek zorunda kalmış; Bedir, Uhut ve Hendek gazalarından sonra, toplumsal içerikli sureler inmeye başlamıştı. Dinde cezalar öteki âleme ait iken; hukuk, gelenek, ahlak, örf ve adet ve dahi moda DİNİN İÇİNDE ERİTİLMİŞTİR!
Din, toplumsal yaşamın yegâne ölçeği olmuştur. En küçük hırsızlık yapanın davranışına neden olan etkenlere bakılmaksızın; her hırsızlık olayı için hırsızlık sanığının bir eli ve bir ayağı kesilmiştir. Dünyevi ve uhrevi cezalar bu dünyada verilir hale getirilmiştir.
            Emeviler ve Abbasiler döneminde, dinde başlayan hareket devletleşmekle sona erdirilmiştir. Ganimet ve cizye için komşu ve uzak devletler, dini dayaklı kıyımlara uğratılmıştır.
            DİN, İÇ VE DIŞ POLİTİKANIN YEGÂNE ARACI OLMUŞTUR. İnsanlığın çekmiş olduğu bunca acılara ve Mustafa Kemal ATATÜRK’E karşın; Afganistan, İran; Suudi Arabistan, Cezayir ve diğer ilkel devletlerin halleri ortadadır! Bir parça eşya çalanın kesilmiş olan elleri, uzun sopalara geçirilerek halka gösterilmektedir. Bu dinin tanrı adına ve Tanrı’nın emri ile yapılmış bir vahşettir! Cezayı verdiren ve uygulattıran da en büyük hırsız olan egemendir. O devletin tüm gelirlerinin üstüne oturmuştur, sarfiyatını soran ve kontrol eden de yoktur. Ekmek çalanın elini de kestirten odur!
            Mareşal Gazi Mustafa Kemal; bu iğrenç ve insanlık onuru ile bağdaştırılması mümkün olmayan açmazı görerek gerekeni yapmıştır. LAİKLİĞİ VE GÜÇLER AYIRIMINI GETİRMİŞ, EGEMENLİĞİ GÖKTEN İNDİREREK GERÇEK SAHİBİNE, BEŞERİ İRADEYE VERMİŞTİR! YÖNETİMDE VE YAŞAMDA AKIL YÖNETİMİNİ EGEMEN KILMIŞ, İNANCA DA, İNANSIZLIĞA DA BASKIYI ORTADAN KALDIRMIŞTIR. Anayasamız: Madde 1.2.3.4 ve 24’üncü maddeleri ve 174’üncü madde. Osmanlı İmparatorluğunu oluşturan uluslar;
            ULUSÇULUK VE AYDINLANMA kavramına dört elle sarılarak ve dini kilisenin tekelinden çıkararak, din adamlarını bağımsızlık mücadelesinin lideri yapan uluslar, BAĞIMSIZ VE ULUSAL DEVLETLERİNİ KURMUŞLARDIR!
            Laiklik olgusunu yitirdiğimiz an; Sevr antlaşması ile Osmanlının kabul etmiş olduğu durumdan daha kötü durumlara düşeriz!-Bu yazı; 24 Mart 1997 tarihinde yazılmıştır!-
            Anadolu’muzda, çok sayıda küçük devletçikler ortaya çıkar. Bize de dağılmamıza neden olan olgular, kurtuluş reçetesi olarak sunulur! Analarımızın, bizleri uyutmak için söylemiş oldukları:”Benim yavrum uyusun da büyüsün!”Ninnisi midir bizleri derin uykularda uyutan! Cuma gününün hafta tatili olarak kabul edilmesinden sonra; başka bir Cuma gününde enkazımız kaldırılır!
            LAİKLİK ortadan kaldırıldıktan sonra; dinin içine sinmiş olan ilkel Arap bölünmüşlükleri ulusumuzu paramparça eder. Kavgalar, kargaşalar; din ve Tanrı adına ortaya dökülen Dolarlı, marklı ve Mersedesli soytarılar ortaya çıkarlar. Ekmek çalanların ellerini; onları ekmek çalmak zorunda bıraktıranlar keserler! Akıl almaz pislikler, din ve tanrı adına yapılır. Din ve Tanrı bu pislikleri kaldıramaz. Boşlukta kalan insancıklar da güçlülerin sultasına düşerler. Hâlbuki insanların getirmiş olduğu kurumlar kirlenince bunları temizlemek ve dahi değiştirmek her zaman mümkündür; Sayın seyircilerimiz.

Saygılarımla.
           
           

164- ŞERİATA GÖRE ŞAPMAK!

            OSMAN TÜRKOĞUZ
            Çeşmealtı; 22 Mayıs 2010

           
                                   164- ŞER’İAT’A GÖRE ŞAPMAK!

                                                           Değişmez öfkeler, kinler, inanlar/
                                                           İnsan aynı, ağaç aynı, taş aynı!” Ostüzü.


            Hani, İtalyan asıllı İzmirli bir TÜRK KIZI, Ankara’da Şeriatçıların yürüyüşlerinde, bir ATATÜK fotoğrafı ile önlerine kale gibi dikilmişti ya! Ol zaman; İş bu yazımı elle çoğaltarak yayımlamıştım.
O Dünyalar güzeli TÜK KIZI İtalya’ya gitti, bu işler de böylesine rayından çıktı ve bir torba kömür, bir paket makarna ve bulgur VİCDANLARIMIZA EGEMEN OLDU!
SEKSEN YEDİ SENELİK ANAYASAMIZ, BULGURA ÖRNEK, PAKET OLDU! Nice VİCDANLAR sağır, nice CÜZDANLAR DA para ile doldu!
Gemiler gemicik, gecekondular da villa oldu! TÜRKİYE BÜYÜK MİLLETVEKİLLERİ MECLİSİ DE SUÇ DOSYALARI İLE DOLDU!
ONURLU KİŞİLİKLER, ORTAÇAĞLARA KALKAN PARMAK OLDU! MEZARLIKLARIMIZ ŞEHİTLERİMİZLE; ÜLKEMİZ HAYİNLERLE VE CEZAEVLERİMİZ DE KAHRAMANLARIMIZLA VE PAŞALARIMIZLA DOLDU! KADINLARIMIZIN LÜLE, LÜLE SAÇLARI TÜRBAN OLDU! İMAMLIK TA BAŞTACI OLDU! VELHASIL ÜLKEMİZİN GELECEĞİ DE KARARDI VE SOLDU!
            Cumhuriyetimizin aydınlık suratlı Genç Kadın ve Kızları, ”Şeriata Hayır!” Gösterileri düzenlemişti. Ankara ve İstanbul sokakları çağdaş zambak çiçekleri ile aydınlanmıştı.
            Politikacılarımızın da çoğu, ”Atatürk ilke ve devrimine” bağlılıklarının yanı sıra” şeriata da karşı olmadıklarını yüksek sesle haykırmışlardı!” Bu haykırmalarından dolayı, kendileri 2,05 puan, İrtica da 72,05 puan kazanmıştı! İki taraflı olmak; iki, üç ve dört kadını birden idare etmek hünerimizin bize vermiş olduğu ŞARK KURNAZLIĞININ POLİTİKAYA YANSIMASIYDI BU! İktidarı almak için bu doğrultuda olmak zorunda olan siyasi liderlerimiz, CASPRA taş çıkartmışlardı.
            Rizeli Türkçeyi de kekeleyerek konuşan Yılmazlardan birisi de,”ŞERİATA KARŞI OLAMAYACAĞINI BİLDİRMİŞTİ!” Zamanlarda da, şeriat iktidardaydı! Belki de bu nedenle olsa gerek, Zerdüş böyle buyurmuştu! Politikacılarımız dokunulmazlık zırhına bürünerek yüksek perdeden konuştuklarında; aklıma Büyük Neyzen Tevfik’in ünlü dörtlüğü gelir hep;”BİZDEKİ KAYDA GÖRE ŞİMDİ O MEBUSTUR DEDİLER!”
            Bendeniz de, bendeki kayda göre bu ŞERİAT denen şey neymiş, yazıvereyim dedim!
            Büyük, büyük kara kaplı şeriat kitaplarını açmaya ne gerek var dedim! Rahmetli Mustafa Nihat Özön’ün Osmanlıca-Türkçe sözlüğünün 788’inci sahifesini açıverdim:
            Şeri: A.İ.Şer’iate ait. Şer’iatle ilgili,
            Hükm’i Şer’i. Şer’iate uygun hüküm,
            Mahkeme’i Şer’iyye. Şer’i at hükümlerine göre davaları gören mahkeme.
            Şer’i at: A.İ.1-Doğru yol,2-Tanrı buyruğu,3-Ayetler, Hadisler,4-İcma’i Ümmet. İmamların içtihadı ile kurulmuş temel.
            Şer’ai: A.İ.(Şer’ia):Şer’iatler, Şer’iathükümleri.
            ŞER’İAT kelimesinin DOĞRU YOLANLAMINA DA GELDİĞİNİ GÖRÜĞNCE GÖZLERİMDE ŞİMŞEKLER ÇAKMIŞTI! Cahilliğimden ve dahi kelekliğimden utanmıştım! Ulusal bacımızın neden başını örttüğünü, neden tapusunu bile emanet etmiş olduğu Suna Pelister Ablasından namaz surelerini öğrenerek dualı nutuklar, kendisi refah içinde olmasına karşın, neden REFAH’A yaklaşmaya başladığını da öğrenmiş oldum!          
            ŞER’İAT, DOĞRU YOL anlamına da geldiğine göre; doğru yollarda yürümenin kurallarına uymaya ne gerek var diye de cahilce düşünmedim değil! Doğru yollar; bu beyaz başörtülü, dudağı kıpır, kıpır kıpırtılı, gözleri suç işlemiş çocuk gözlü ABLANIZIN eylemine uysun. Perihan Abla dizisine imrenen bu ABLANIZ ÇİLLER—UÇURAN dizisine inanmamızı, hâlâ neden bekler durur? Şimdi anladınız mı “BEYAZ ATLI”,”BEYAZ ELBİSELİ”,”BEYAZ KUZULU” ABLANIZIN NEDEN VE DAHİ NİÇİN BÖYLE DAVRANDIĞINI!
            Ama velâkin, Beyaza dönen
“Allah, şaşırttığı kulunu Beygir gibi yellendirirmiş!”Kırat, bana bu Atasözümüzü hatırlattı:
Şimdi de elimiz bu işlere bulaşmışken; ileride tatbikatlarda sıkıntı çekilmemesi için İslam dininin mezhep ulemaların vermiş oldukları içtihat hükmündeki karalarına bir göz atalım:
“18-Satılan cariye ise, muhayyerlik süresinde, müşterinin cariye ile CİNSEL İLİŞKİ KURMASI HELALDİR! Bu hüküm, buraya kadar sözü edilen tüm görüşlere göredir. Muhayyerlik süresinde, Cariye ile satıcı için CİNSEL İLİŞKİ KURMAK HELALDİR! Bu da buraya kadar sözü edilen tüm görüşlere göredir. Bu, Hanbelî dışındaki mezheplere göredir. Hanbelî’ye göre, SATICIYA DA; MÜŞTERİYE DE muhayyerlik süresinde SATILAN CARİYE İLE İLİŞKİ HELAL OLMAZ! Mustafa Özcan Çevirisi, İslam Fıkhı. S.206.
“4-Ümmü’l Veled;-”Efendisinden çocuk doğuran köle kadın.”-OLAN KADININ(Cariyenin)satılması ittifakla caiz değildir. Davud’u Zahiri’ye göre, bu caizdir. Bu mesele, Hz. Ali ve İbn’iAbbas’tan rivayet edilmiştir.”S.G.E. S.207.
            “5-Müdebber—Azad olması, Efendisinin ölmesi şartına bağlanan Köle, Cariye Kadın-Kölenin satışı, Hanefi dışındaki mezheplerce caizdir. Hanefi’de Kölenin Müdebber olması bir kayıda bağlı değilse caiz değildir.”S.G.E. S:207.
            “8-Kadının sütü ittifakla temizdir. Ve Şafii ve Hanbelî mezheplerine göre caiz değildir.”S.G:E.S:207.
            “Şarabı alıp, satmak hususunda bir Zimmî’yi vekil etmek caizdir.”Zimmî: Müslüman bir ülkede, müslüman olmayan, KELLE vergisine tabi kimesne!
            “Şafii ve Hanbelî mezheplerine göre; Köpek, Gübre ve Şarabın satışı asla caiz değildir. Öldürülse veya telef edilse Köpeğin bir değeri yoktur. Yani öldüren ve telef eden, sahibine bir bedel ödemez.”S.G.E. S:207.
            “Erkeğin,(İhramlı iken) yüzünü örtmesi, Şafii ve Hanbelî’ye göre yasak değildir. Hanefi ve Maliki’de yasaktır.”S.G.E. S:172.
            “17-İhramlı kimse, unutarak veya yasak olduğunu bilmeyerek koku veya yağ sürünse Şafii’ye göre kefaret gerekmez. Ebu Hanife ve malik’e göre kefaret gerekir. Unutarak gömlek giyse, hatırladığında baş tarafından olmak üzere gömleği çıkarır. Bunda ittifak vardır. Şafii âlimlerinden bazıları, gömleğin ortasından yırtılarak veya dikişli yerinden ayırıp çıkarılacağını söylemişlerdir.”S.G.E. S:173.
            “7-Satılan Kadın Köle(Cariye) alıp, müşteri O’NUNLA cinsel ilişkide bulunduktan sonra, cariyede bir kusurdan haberdar olsa, O’NU satıcıya(bu kusur sebebiyle) geri verebilir.(Bulunduğu ilişkiden dolayı da) ayrıca bir şey ödemesi gerekmez”.Maliki ise şöyle diyor:”Müşteri(ayıptan dolayı)cariyeyi satıcıya geri verir. Bakireliğini giderdiği için de bakireliği gidermenin bedelini SATICIYA ÖDER!”S.G.E. S:222-223.
ŞAPILAN HEP KÖLE KADINLAR VE KIZLARDIR. FUHUŞ BEDELİNİ DE ALANLAR ZAMANIN LÜKS NERMİNLERİ OLAN KÖLE SATICISI ERKEKLERDİR. ESİR, KÖLE VE CARİYE SATIŞI RUHSATLARINI DA HÜKÜMDAR VERMEKTEDİR.
            “Köpek, gübre ve şarap satışı asla caiz değildir!”Kadın satışı da dinen caizdir ve dahi tanrısal iradeye de uygundur! Cariyeler satılmışta ne olmuş yani?” Diyenlere bir çift sözüm vardır:
Gece yarısı evinden, yuvasından zorla alınarak fuhuş yaptırılmak üzere hayvanlar gibi kadın pazarlarında satılan, sizlerin anası, ablası, küçük kız kardeşi, teyzesi ve halası olsaydı ne yapardınız? Dine dayalı, tüm Büyük İslam Âlimlerinin de ittifaken onayladığı bir olgu mu derdiniz! Yoksa Mustafa Kemal gibi o sistemi yıkar mıydınız, benim dini bütün kardeşlerim?
             Cumhuriyet Gazetesinin; ek olarak ve parasız vermiş olduğu kitapları alamayanlara yürekten acırım. Hele, hele Rahmetli Falih Rıfkı Atay’ın,”Baş Veren İnkılâpçı(ALİ SUAVİ) adlı kitabını alamayanlar ne kadar dövünseler azdır derim.
            Safahat’ta Rahmetli Mehmet Akif, ne güzel kükremiş! Eşine ve iki çocuğuna bakamayan bir adamın, Şeriat hükmüdür diye ikinci bir kadın almaya kalkmasına:”ŞERİAT BUYSA, YERE BATSIN ŞERİAT!” DEMİŞTİR.
            ALİ SUAVİ, HAFIZOĞLU ADLI eski bir kaçak sofu şeyhin duasını almak için konağına gider. Din üzerine söyleşirlerken; zaptiye bir köylü kadın getirir. Bu zavallı fakir Kadıncağız, köyünde hizmetçilikle geçinmeye çalışmaktadır. Kupkuru evinden Ninesinden kalma, yirmi kuruşluk bir toprak tencere ve keser sapı gibi eşyaları çalınmıştır. Kadıncağız, çalınan eşyalarının bulunarak kendisine verilmesi için şikâyetçidir. Müdür vekili Hafızoğlu, çalınan eşyaların listesini yazdıktan sonra; kadıncağızın hırsızın kimliğini kanıtlayamayacağını anlar, Kadıncağızı bırakmaz ve eydirir:
            “Kayıt parasını ver de öyle git!” Der. Kadıncağız:
            “Aman Ağa merhamet et. Benden para isteme!”Diye yalvarır. Hacı Hafızoğlu, kükrer:
            “Müdür senin hizmetçin mi? Kaç saattir sen söyledin, işte ben de yazdım!” Diyerek elindeki kâğıdı göstererek:
            “Şeran resmini ver!”der. Zavallı kadıncağız dehşete kapılır:
            “Aman Ağam, padişah başı için, evladının başı için; ben köyde hizmetçiyim, aman!” diyerek ağlarken; boynunda ”DELAİLİ HAYRAT” asılı bulunan müdür vekili, O zavallı Kadıncağızı Müftüye gönderir. Müftü Efendi; kara kaplı kitabını açar; aradığı hükmü de hemencecik, şıpıdanak bulur ve:
            Öyledir, altmış kuruş lâzım gelir!”Hükmünü tefhim eder!
Zavallı kadıncağızın bu parayı bulabilmesi için; yanında getirmiş olduğu oğlan çocuğunun bir zaptiye nezaretinde, çarşıda besleme verilmesi için dolaştırılmasına karar verilir. Çocuğu, yıllığı kırk kuruştan bir ağdacı esnafı çırak olarak alır ve yirmi kuruşluk peşinatını da hemen öder.
            Hacı Hafızoğlu, almış olduğu dört beşlikten ikisini minderin üstüne koyar, ikisini de Ali Süavi’ye uzatır:
            “Biçare fukarada para yok ki, ne yapsınlar!” Diye de yakınır. Rahmetli Ali Süavi, Hacı Hafızoğlu’nun eline çarparak bahçeye fırlar.”İŞTE, ŞERİAT BU OLAYA UYGULANAN DİNİ YÖNTEMDİR! Ostüzü. S.G.E. S:23.24.25.
            08Haziran632tarihinde;İslampeygamberiHz. Muhammed’in ölümü üzerine, Müslümanlar arasında çözülmeler baş göstermişti. Zekât’ın dağıtıldığı “MUALLEFAT’I KULUP ÜYELERİNE, zekât’tan verilen paylar az geliyordu! Bu nedenle GANİMET savaşlarına yönelindi. Hedef; Suriye, Mısır, İran ve Türk elleriydi. Hz. Ömer zamanında; Sasanilere karşı kazanılan zaferle (900.000.000) Franklık bir GANİMET elde edilerek, her mücahide de 12.000Franklık bir pay düştüğü hesaplanmıştır.”Erdoğan Aydın, Nasıl Müslüman Olduk? S.45.
Şeriat’a dayanan Türk elleri yağmasına bir de toptan kıyamlar eklenmiştir. Emevi Komutanı Kuteybe bin Müslim, Taşkent ve Buhara’da 10.000Türk subayını, yollardaki çift sıra ağaçlara uçkurlarından astırmıştır. Sadece Buhara’da 50.000,Semerkant’tan da 30.000 “eli silah tutan genç ve sıhhatli erkek”,şeriat hukukuna göre, Köle statüsüne geçirilerek Mekke, Medine; Basra ve Şam esir pazarlarında satılmışlardır:”Erdoğan Aydın, S.G.E. S:144.
            “Bir şehirden toplanarak, Arabistan’a götürülmek bahanesiyle yola çıkarılan 12.500 Türk yollarda öldürülmüştür. Elde edilen GANİMETLERLE şımararak yoldan çıkmış olan Müslüman Arapların hallerine bakan Halife Hz. Ömer:
            “KEŞKE, İRANLA ARAMIZDA ATEŞTEN DUVAR OLSAYDI DA BU GANİMETLERE ULAŞAMASAYDIK!” DEMİŞTİR. Demesine böyle demiştir amma velâkin, İran Sarayından elde edilmiş olan 600.000Liralık bir gerdanlığı da yeni evlenen kızının boynuna taktırmıştır! Şakir Keçeli, Şeriat Nedir?
            Türk ellerini yağmalatan, Türklerin karısını ve kızını tutsak alarak kadının kocasına v kızın babasına fahiş fiyatla sattıran hep bu şeriattır!”Hep bu Tanrı buyruğunun uygulanmasıdır!”17.000Türk’ün, ucu değirmene çıkan bir dereye kanlarını akıtıp, o değirmen suyu ile çarkı dönen su değirmeninde öğüttükleri buğdayın ekmeğini yiyerek Müslüman Arapları övündüren hep bu şeriattır! Hiç bir bilgisi olmadan bu konudaki anlatımlar ve inançlar da, derin bir uykunun eseridir. Bir Türk Kızının, Türk illerindeki Arap Katliamları üzerine araştırmasını yazdığımda, Yüksek tahsilli ve Atatürkçü bir Hanımefendinin: Sarhoş kafa ile yazı yazdığımı iddiası da bu şeriatın bir tortusunun eseri olsa gerektir. Ben, bir Türk Hanımefendisini yalancı çıkartmanın utancı içindeyim: Zira bendeniz içki içmem. İstesem bile içki içemem, çünkü bendeniz şeker hastasıyım!
            Bir büyüğümüzün 17 yaşındaki büyük oğulları; ehliyetsiz olarak kullanmış olduğu annesinin lüks otomobili ile ülkemizin en Hanımefendi Hanımını ezerek öldürmüştü.8/8 kusur da ölende çıkmıştı. Bu yavrumuz şeriat’a göre yargılansaydı ne mi olurdu? Sayın RTE, şimdi Amerika’da olsa bile, sahip olduğu torunundan da olurdu!
            Bütün büyük liderlerin büyüklükleri zamanla kaybolmaktayken; her türlü olumsuz yaklaşımlara ve her türlü iç ve dış saldırılara uğrayan Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in büyüklüğü gittikçe daha çok anlaşılmaktadır. O’NUN büyüklüğü anlaşıldıkça; bu ülkede büyüklük rolündeki aydın geçinenler de gittikçe cüceleşmektedirler.
            Şimdi; buraya kadar anlatmış olduklarımızı toparlayarak, bir sonuca varmamız gerekmektedir: Tüm bu safsatalara ve ilkel Arap toplumunun ilkel sorunlarını çözmeye yarayan kuralları; değişen ve gelişen sosyal problemleri çözmek için kullanma isteğimizdeki ısrarı anlamak mümkün değildir. DEĞİŞEN VE GELİŞEN SOSYAL YAPININ PROPLEMLERİNİ, DEĞİŞMEYEN İLKEL KURALLARLA NASIL ÇÖZÜME KAVUŞTURABİLİRİZ!
            Ekonomik alanda bir yasa da benden olsun:
            “KERİZİ BOL OLAN ÜLKELER, KRİZDEN ÇIKAMAZLAR!”Ekonomik kriz, sosyal kriz, dinsel kriz, cinsel kriz, kriz üstüne kriz yaşarlar.
            Birkaç çağdışı yaratık, kerizler topluluğu haline getirmiş oldukları toplumları, ortaçağ karanlığının dogmatik kazıklarına bağlarlar. Önlerine de bir tutam umut koyarak, yaratmış oldukları felaketleri kadere bağlarlar, villalarda otururlar, topluma da öteki dünya nimetlerini sunarlar! Yaşadığımız olay budur. HAK YENMEDEN BÜYÜK HAK SAHİBİ OLUNAMAZ!
            Önce; insanlarımızın mantığını ve düşünme kapasitesini çağdaş yapmakla bu soygunların ve bu sömürünün önlenmesi mümkündür. İnsanlar, geçmişe kilitlenmiş beyinleri ve mantıklarıyla kendilerinin çıkarlarına uyan davranışları kabul edemezler.18’inci asrın ikinci yarısında; Avusturya İmparatorluğu serfleri, kendilerini toprak köleliğinden kurtaracak kanunu ayaklanma ile karşılamışlardı. Kitaba ve okurlara düşman edilirler; iyiyi ve güzeli kavrayamazlar. Keçilerin ve eşeklerin kitapları ve kendilerini yaratacak liderleri olmadığını anlatamazsınız.
            ŞER’İAT! Yarısı Fransızca, diğer yarısı da Türkçe olan bir kelimedir aynı zamanda: ŞERİ: Sevgilim. At: Fırlatma fiilinin emir kipidir: Oy at; Fadime’yi at. Sen de git, sefalet içinde yat.
           


           


163- SOYANLAR, SOYULANLAR!

            OSMAN TÜRKOĞUZ
           
            Çeşmealtı; 12 Mayıs 2010


SOYANLAR, SOYULANLAR VE ZAMAN DEĞİŞİR!


Zaman değiştikçe hükümler de değişirmiş!” Hayır: İslam ülkelerinde; yalınız zaman değişir! Ostüzü.


ÖZ; özlüğünü yitirdiği zaman, şekil her şeye ve yaşama egemen olur. Cehaletin ve az gelişmişliğin egemen olduğu İslam ülkelerinde, yaşantıya yön veren özler ve tözler çok hızlı bir şekilde, asırlarca sürse bile, değişmeyen ve değiştirilemeyen kupkuru şekiller yumağına dönüştürülür.
Çıkar ve sömürü ve dahi insanları din ve Allah ile kandırma din ve ibadet ve toplum töresi olarak kalır.
Özlere egemenliklerini ilan eden erkekler; şekillere bağlamış oldukları kadınlarla eşit mutluluklu bir beraberlik kuramazlar. Kadınların elleri ve ayakları, onları aşağılayan Tanrısal zincirlerle bağlandığı halde; erkekler aşağılamış oldukları kadınları bir lütuf olarak Tanrısal iradeye de bağlamasını bilmişlerdir.
Şekil ve öz; ayrı, ayrı olursa sadece mutsuzluk ve uyumsuzluk vermekten öte geçemezler.
Eskiden; her türlü mermi yuvarlak bir biçimdeydi; mermiyi iten hız ile uyumsuz olduğu için; en uzun top menzili sadece üç deniz miliydi. Mermiler; su damlası şekline sokulduğunda; şekil öz ile uyum sağlamış olduğundan mesafeler de çok artmıştır.
”Bir toplumda; kadınının ayağı yere bağlıysa o toplum yükselemez!”
            Yönetilenler inançlarında samimi; yönetenler ise inançları sömürerek kandırmacıdırlar.
Bendeniz; izin verirseniz bu durumu yansıtan şiirleri yayımlayacağım. Din, iman, ahlak, manevi değerler, namus, şeref hepsi söylenmiş olduğu halde; soygun, vurgun ve her türlü kötülük artarak sürmüştür.
            Büyük Çin Filozofu Konfüçyüs: ”Bir yerde dinden söz edildi miydi sıkı durunuz: Ya canınızı, ya da malınızı alacaklardır!” Buyurmuş!    
  Asırlar boyunca, değişmeden ve aksamadan oynanan oyun budur!
            İnsanlar üç gruba ayrılmışlardır:
            1*Aldatanlar, çok az sayıda, örgütlü ve tüm değerleri araç olarak kullananlar,
            2*Aldatılanlar, çok sayıda aldatılmaya iştiyaklı kalabalıklar,
            3*Bağırıp, çağıranlar; aldatılmaya hazır olanları uyandırmak için hapislerde yatanlar ve kafaları kesilen idealist grup.
            İzin verirseniz, sazı önce bendeniz elime alayım:

                                               HİÇBİR ŞEY DEĞİŞMEZ!

                                   Değişmez duygular, öfkeler kinler;
                                   İnsan aynı, ağaç aynı, kuş aynı.
                                   Sevsen de, ölsen de kim duyar, dinler!
                                    Mecnun aynı, Leyla aynı, eş aynı.

                                   Kuyu aynı, dolap aynı, su aynı;
                                   Şarap aynı, tarak aynı, tas aynı.
                                   Değişse aynalar, kokular tümden;
                                   Yürek aynı, çiçek aynı, düş aynı.

                                   Ana aynı, bebe aynı, süt aynı;
                                   Ocak aynı, ateş aynı, şiş aynı.                                                                          Koku aynı, acı aynı, düş aynı;
                                   Değişen yalınız söyle zaman mı?

                                   Gök aynı, bulut aynı, yaş aynı;
                                   Dost aynı, düşman aynı, eş aynı.
                                   Dudak aynı, öpüş aynı, diş aynı;
                                   Değişen yalınız sözle zaman mı?

                                   Yelkovanım, Akrep oldum peşinde;
                                   Gece yanımdasın, gündüz düşümde.
                                   Şehir, şehir yıllar yılı peşinde;
                                   Umut aynı, özlem aynı, düş aynı;
                                   Değişen yalınız sözle zaman mı?

            Emekli Yargıçlarımızdan Rahmetli Ali Hâdi Okan, ”Nef’ii zaman” takma adı ile güzel hicivler yazmıştır. ”Dalkavuklar ağzından”,
                                               ESKİ ZAMAN FELSEFESİ

                                   Riya kovanında bal petek, petek,
                                   Yaşamak istersen etek öp, etek,
                                   Mizaçgir olursan yemezsin kötek,
                                   Yaşamak istersen etek öp, etek.

                                   Bir yere girdin mi geçme ön safa,
                                   Saygıyla selam ve iki tarafa,
                                   Dilini sıkı tut, karışma lâfa,
                                   Yaşamak istersen etek öp etek

            Siyaha beyaz de, aka ak deme,
            Hak elden gidince, hani hak deme,
            Gözünü kör eyle, şuna bak deme,
            Yaşamak istersen etek öp, etek.

            HAYDİ, DEDİLER Mİ, ELİNİ KALDIR,
            ÇOKLUĞUN YANINDA, AZLIĞA SALDIR,
            ANAFOR AŞINA KAŞIĞI DALDIR;
            YAŞAMAK İSTERSEN, SIRAYA VUR YETER!

            Siyaset denilen sihirli perde,
            İçine gireni düşürür derde,
            İZZET’İNAEFSİNİ YERLERE SERDE,
            Yaşamak istersen etek öp, etek.

            Ateşle oynama dururken maşa,
            Kim başa geçerse, de ona yaşa!
            Düşenin başını, çal taştan, taşa,
            Yaşamak istersen etek öp, etek.

            Sevdaya tutulma, şimdiki amur,
            Şehvetle yoğrulmuş bir avuç çamur.
            Rükû ede, ede olsan da kambur,
            Yaşamak istersen, etek öp, etek.

            Bir pula geçmiyor asalet, arma,
            Adam olmak için kendini yorma,
            Üzümünü ye de, bağını sorma,
            Yaşamak istersen, etek öp, etek.

            El etek öpersen, bulursun arka,
            Garpta yan gelirsin, gitmezsin şarka,
            Riyadır cihanda, en güzel marka,
            Yaşamak istersen etek öp, etek.

Tevfik Fikret’i; Aşiyan’ı ve Han’ı Yağma şiirini çoğumuz duymuşuzdur.1915 senesinden günümüze neler değişmiş, bir de bizler görelim:
                                   Bu sofracık Efendiler-ki iltikama muntazır,
                                   Huzurunuzda titriyor-Şu milletin ki hayatıdır,
                                   Şu milletin ki mustarip, şu milletin ki muntazır,
                                   Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır, hapır

                                   Yiyin Efendiler, çekinmeyin; bu han’ı iştiha sizin,
                                   Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.
                                  
                                   Efendiler, pek açsınız, bu çehrenizden bellidir;
                                   Yiyin, yiyemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
                                   Şu nadi’i niam bakın kudumunuzla müftehir,
                                   Bu hakkıdır gazanızın evet, o hak ta elde bir.

                                   Yiyin Efendiler, çekinmeyin; bu han’ı iştiha sizin
                                   Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

                                   Bütün bu nazlı Beylerin, ne varsa ortalıkta, say;
                                   Hesap, nesep, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,
                                   Bütün sizin, Efendiler konak, saray, gelin, alay,
                                   Bütün sizin, bütün sizin hazır, hazır, kolay, kolay.

                                   Yiyin Efendiler, çekinmeyin; bu han’ı iştiha sizin
                                    Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

                                   Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı yok zarar,
                                   Gururu, ihtişamı var, surûri intikamı var.
                                   Bu sofra iltifatından işte âb u tab umar.
                                   Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar.

                                   Yiyin Efendiler, çekinmeyin; bu han’ı iştiha sizin;
                                   Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

                                   Verir zavallı memleket, verir ne varsa; malını.
                                   Vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini,
                                   Bütün ferağ’ı halini, olanca şevk u balini
                                   Hemen yutun, düşünmeyin; haramını helalini.
                       
                                   Yiyin Efendiler, çekinmeyin; bu han’ı iştiha sizin;
                                   Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

                                   Bu haramın sonu gelir, kıpıştırın giderayak,
                                   Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak.
                                   Bugün ki mideler kavi, bugün ki çorbalar sıcak,
                                   Atıştırın, tıkıştırın kapış, kapış, çanak, çanak.
                                   Yiyin Efendiler, çekinmeyin; bu han’ı iştiha sizin;
                                   Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

            Sayın Bilgin Gürses te; bir İstanbul gazetesinin 30 Ocak 2009sayılı nüshasında şöyle yakarıyordu:

                                   Ergenekon dalgası perdeledi çok şeyi
                                   Kumaş kötü olsa da iyi dikiş tutturdu.
                                   Pahalılık, yoksulluk, rüşvet, haram, her şeyi
                                   Bir sis perdesi gibi örterek unutturdu.

                                   Ahlak ayağa düşmüş, vurgunlar dizi, dizi
                                   Seçim rüşvetlerine yatırdık vergimizi.
                                   Halk geçim derdindeyken Ergenekon’un izi
                                   Ballı ihaleleri, soygunu unutturdu.

                                   İşçi, memur, emekli ölmekte yavaş, yavaş
                                   Politikacı, seçim zamanı yapar traş,
                                   Kör kuyuya durmadan atılıyor birkaç taş,
                                   Yapılan demagoji zamları unutturdu.

                                   Emeklinin evinde kaynamıyor çaydanlık,
                                   Yüzde dört’lük bir zammın saltanatı bir anlık,
                                   Emekli düşmanları geldi, öldü insanlık
                                   Nasılız, ne haldeyiz sormayı unutturdu.

                                   Cüzdanlar şimdi bomboş, tamtakır olmuş kiler,
                                   Yaşam standardımız günden güne geriler.
                                   İktidar sağır sultan boşta kalır tepkiler,
                                   Bu ampul, güzel bir gün görmeyi unutturdu.

                                   Siyasette kalmadı artık sözünün eri,
                                   Yolsuzluğun sembolü oldu Deniz feneri,
                                   Pahalılık götürdü emekliyi hep geri,
                                   İktidar emekliye gülmeyi unutturdu.
                                   Vatandaş borç içinde gezemiyor başı dik
                                   Yarı aç, yarı çıplak, kalmış bir deri-kemik.
                                   Eski emeklilerin hali şimdi müzelik
                                   Ak Parti insan gibi ölmeyi unutturdu.

Rahmetli Büyük Hicivcimiz Neyzen Tevfik Kolaylı; İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki politikacılarımızı ne güzel taşlamıştı:

                                   Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler;
                                   Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler.
                                   Künyeni almak için partiye ettim telefon:
                                   “Bizdeki kayda göre, şimdi o mebus!” Dediler.

            Osmanlı devrini göğe çıkaranların Anadolu ve Rumeli’ndeki felaketlerden haberleri var mıdır bilemiyorum. Bir de, ölçü meselesi: Taa! Viyana’lara kadar gitmek! Gerisin geriye perişan ve aşağılanmış olarak, Mustafa Kemal’e kadar geri çekilmek!
            1716-1758 yılları arasında yaşamış olan; Cihangir mahlası ile de şiirler yazmış olan, Padişah Üçüncü Mustafa’ya da bir kulak versek, ne dersiniz? Bu şiirin tamamı, benim blogumda “Patatesler” adlı yazımda verilmiştir:
http:// osmanturkoguz.blogspot.com/

                                   “Yıkıluptur bu cihan sanma ki bizde düzele;
                                   Devleti, çerhi deni, virdi kamu müptezele
                                   Şimdi ebvâb’ı saadette gezen hep hezele,
                                   İşimiz kaldı heman merhameti lemyezele”.

            “Mutluluk kapısında gezenler hep müptezel ve aşağılık kişiler!”Diyor, Ol Padişah’ı Zülcelâl!
            Rahmetli Abdullah Çağlayan’ı tanımak onuruna erişmişlerdenim:1965 senesinde; Manavgat ilçe jandarma Birlik Komutanıydım; Rahmetli Abdullah Çağlayan da; Antalya Defterdarıydı. Manavgat ilçe malmüdürlüğünü denetlemeye geldiklerinde beni de ziyaret ederek onurlandırmışlardı. Yedek subaylığı sırasında yazmış olduğu aşağıdaki şiiri nedeniyle Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanmıştı.

                                                           SALLABAŞINI AL MAAŞINI!

                                   Ey Çağlayan bulmuşsun artık kemal yaşını,
                                   Kazanmak istiyorsan bu hayat savaşını,
                                   Yemelisin, hakikat denen zehir aşını;
                                               Ne derlerse huuu. Diye salla hemen başını,
                                               Gerdan kır, belini bük, al gitsin maaşını.
                                   Tatar ağası gibi dolaşma böyle yaya,
                                   Eloğluna baksana ne âr kalmış, ne hayâ
                                   Sen de bir dayı bulup sırtını ona daya.
                                               Ne derse huu. Diye salla hemen başını,
                                               El oğuştur, gerdan kır, al gitsin maaşını.
                                   Bir kalantor görünce, yerlere kadar eğil,
                                   El pençe divan dur, bu şerefsizlik değil,
                                   Uşaklığı meziyet, riya’yı fazilet bil;
                                               Ne derlerse huu. Diye salla hemen başını,
                                               Gerdan kır, belini bük, al gitsin maaşını.
                                   Kör kadıya şehla de, incitme düztabanı,
                                   Düşküne nasihat ver, kodamana abanı,
                                   Zengin ol sen de aşır her dağdan arabanı;
                                               Tekerine taş korlar sallamazsan başını,
                                               Uslu otur, hoş geçin, al gitsin maaşını.
                                   Tıkalıdır kulağı herkesin hak sesine,
                                   Bir cevahir kutusu olsan kimin nesine,
                                   Seni feda ederler elin Çingenesine;
                                               En iyisi huuu. Diye salla hemen başını,
                                               Gerdan kır, belini bük, al gitsin maaşını.
                                   (Prens)le iyi geçin,(Emir) le bul arayı,
                                   Azıcık sen de öğren dalgayı, dubarayı,
                                   Bırakıver kanasın vicdan denen yarayı,
                                               Ne derlerse huuu. Diye salla hemen başını,
                                               Gerdan kır, belini bük, al gitsin maaşını.
                                   Köpeklerle hırlaşma, tepişme piç katırla,
                                   Hamamda kavga olmaz soyu bozuk Natırla.
                                   Kulağına küpe yap, bu sözümü hatırla.
                                               Kim ne derse huuu. Diye salla hemen başını,
                                               Eğil, bükül, gerdan kır, zıkkımlan maaşını,
                                               Dik durdukça bu başın, devlet kuşu da konmaz;
                                                           Bu dünyada kaide sallamaktır başını,
                                                           El öpüp, etek öpüp, almaktır maaşını.
                                               Bir yolsuzluk görünce köpürme, isyan etme,
                                               Bir hak için kendine dik başlıdır dedirtme,
                                               Doğru yolu dostuna göster ama sen gitme;
                                                           Ne derlerse huu. Diye salla hemen başını,
                                                           Dilini tut, uslu dur, al gitsin maaşını.
                                               Unutma bu ocağın bir adı âsiyaptır,
                                               Sen de bir dolap çevir, apartımanlar yaptır;
                                               Hakikat nene gerek, o memnu bir kitaptır;
                                                           Sana lâzım olan şey, sallayarak başını,
                                                           El öpüp, etek öpüp almaktır maaşını.
                                               İrtikâpla irtişa zannetme zor bir iştir,
                                               İlmini bilen için adi bir alışveriştir;
                                               Usulü öğren de o nimetten veriştir,
                                               Her lokmada huuu. Diye salla hemen başını;
                                               El oğuştur, gerdan kır al gitsin maaşını.

Ankara’dan Sayın Dursun Ekicinin, Rahmetli Tahsin Bangoğlu’ndan esinlenerek yazmış olduğu, bir şiiri, 19 Ağustos 2009 tarihli Sözcü gazetesinde yayımlanmıştı.

                                               Her şey çok aleni, her şey götürü,
                                               Yazsam bir türlü, yazmasam bir türlü.
                                               Alternatifi yok ondan ötürü,
                                               Desem bir türlü, demesem bir türlü.
                                               Sağlık elden gitti, düzen bozuldu
                                               İş, aş, ekmek isteyenler kovuldu
                                               Suçlu serbest, suçsuz rehin tutuldu,
                                               Desem bir türlü, demesem bir türlü.

                                               İşçi emeklisi ne kötü şeymiş;
                                               Sanki devleti o yemiş bitirmiş,
                                               İktidardan ceza için seçilmiş
                                               Desem bir türlü, demesem bir türlü.

                                               Hiç olmazsa beş yüz avans verilse,
                                               Ayda elli eşit taksit kesilse,
                                               Emekli de biraz olsun sevinse,
                                               Desem bir türlü, demesem bir türlü.

                                               Hakkımızı yiyenler, haktan utansın,
                                               Onlar da bizim gibi çaresiz kalsın.
                                               Millete”acı bana!” Diye yalvarsın,
                                               Desem bir türlü, demesem bir türlü.

29 Mart 2009 tarihli Vatan gazetesinde; Sayın Mustafa Mutlu, Sayın Tahsin Özden’in bir taşlamasını yayımlamıştı. Bu şiirler ve bu yakarışlar; yürekten bir dua gibi mutlaka halkımızın hışmını yerine getirecektir. Bendeniz Menderes’in “Ön Tedbirler “yasasını Meclisten geçirdiğindeki fiyakasına da tanıklık etmişimdir. Uzatmadan bu görkemli şiiri sunmak istiyorum:
                                              
                                                           HAMDOLSUN!

                                               Biri baksın falımıza,
                                               Tuz kattılar balımıza,
                                               Ağlanacak halimize,
                                               Gülüyoruz be hamdolsun.
                                                          
                                               Süleymaniye’de serçe,
                                               Davos’ta aslandan pençe,
                                               Gül değil, dikenli bahçe,
                                               Suluyoruz be hamdolsun.

                                               Diplomasi ince, ince,
                                               Dokunur mu hiç gence,
                                               “One minute”lik İngilizce,
                                               Biliyoruz be hamdolsun.

                                               Hani teğet geçecekti?
                                               Kriz gelip geçecekti?
                                               Başlamadan bitecekti?
                                               Ölüyoruz be hamdolsun.

                                               Millette geçim korkusu,
                                               Onlarda seçim kaygısı,
                                               Şehirde kömür kokusu,
                                               Soluyoruz be hamdolsun.

                                               Nerde düzen, nerde birlik?
                                               Hani birdik, bütündük?
                                               Bir alt kimlik, bir üst kimlik,
                                               Bölüyoruz be hamdolsun.

                                               Rantın peşine düşenler,
                                               Deniz feneri sevenler,
                                               Ya sev, ya terk et diyenler,
                                               Kalıyoruz be hamdolsun.

                                               Üç, beş kuruş memuruma,
                                               Hem emekli hem duluma,
                                               Gemi yakışır Mahdumuma,
                                               Alıyoruz be hamdolsun.

                                               “Al git!” Dedi anamızı,
                                               Okutacak salamızı,
                                               Aradıkça belamızı,
                                               Buluyoruz be hamdolsun.

                                               Nerede iş, nerede aş,
                                               Gözler çıktı yaparken kaş,
                                               Ömrümüzden yavaş, yavaş,
                                               Çalıyoruz be hamdolsun.

                                               Bir Recep İvedik filmi,
                                               İzledik güncel ve ilmi,                                         
                                               Uyuma vakti geldi mi,?
                                               Dalıyoruz be hamdolsun.

                                               Şehit:”Kelle”,Apo “Sayın”,
                                               Yüreklerde gizli mayın,
                                                Kimler Yiğit, kimler Hain,
                                               Eliyoruz be hamdolsun.

                                               Avrupa’nın havuçları,
                                               Kapalıdır kapıları,
                                               Tuz dökülmüş avuçları,
                                               Yalıyoruz be hamdolsun.

                                               Bazıları göbek kaşır,
                                               Sandıklara oy taşır,
                                               Bu güzel ülkeme sabır,
                                               Diliyoruz be hamdolsun.

                                               Dünyalıktır zikirleri,
                                               Anlaşılmaz zehirleri,
                                               Akılları, fikirleri,
                                               Çeliyoruz be hamdolsun.

                                               Mektup, zarfa ilişmiyor,
                                               Demokrasi gelişmiyor,
                                                Cafer’e bez yetişmiyor,
                                               Siliyoruz be hamdolsun.

                                               Hayal gibi, gerçek gibi,
                                               Aciz miyiz böcek gibi,
                                               Susuz kalmış çiçek gibi,
                                               Soluyoruz be hamdolsun.

                                               Bu teraneden bıktık,
                                               Bilmem nerde hata yaptık?
                                               Sinir küpü olduk artık,
                                               Doluyoruz be hamdolsun.

                                               Kader örmüş ağlarını,
                                               Özledik dost bağlarını,
                                               Ergenekon Dağlarını,
                                               Deliyoruz be hamdolsun.

                                               Onlar efendi, biz hamal,
                                               Artık zamanı: Bir rol al,
                                               Hepimiz Mustafa Kemal
                                               Geliyoruz be hamdolsun.

                                               “Ulan” demez Tahsin Özden,
                                                Gidemez küfürlü izden,
                                               Hicivleri dilimizden,
                                               Salıyoruz be hamdolsun.

SAYGILARIMLA DİYORUZ BE HAMDOLSUN!

                                  
                                  



                                  

                                  

                                  

                                  

                                  

                                    

                                  
                       


           

           
           

           



           

İzleyiciler

Blog Arşivi