13 Mart 2010 Cumartesi

26. BİR DE BENDEN DİNLE YORUMU

BİR DE BENDEN DİNLE YORUMU!/
Osman TÜRKOĞUZ
Ben, Mustafa Kemal’im!
19 Mayıs 1919, Samsun doğumlu;
Ali Rıza oğlu, Zübeyde’den olma.
Böyle çağırılırım ben;
Ahiret’te, Dünya’da, böyle çağırın beni!
Ben, bir defa gittim HAVZA’YA,
Bir defa toplandık AMASYA’DA,
ERZURUM’DA, SİVAS’TA ve ANKARA’DA.
ULUS’UN İRADESİNİ öne çıkardık,
Göksel iradeyi yere indirdik AMASYA’DA.
Ve böylece yendik, KÖTÜ KADERİ DE.
23 Nisan 1920′de; TBMM’Nİ açtık;
HIYANETLE, AÇLIKLA ve SEFALETLE
Ve dahi, düşmanlarla savaştık.
Vatan bilmez Osmanlıya,
VATAN’I öğretmek için;
ÇANAKKALE’DE öldük, öldük ve öldürdük,
Yeniden yeniye DİRİLDİK.
Durdurduk Viyana bozgununu,
ALLAHUEKBER’DE, buz yedik.
Arabistan’da,Yemen’de, Irak’ta ve Suriye’de,
ÜMMET olan Osmanlı;
Der saadet’te, “Kavmi Necibi Arap” derdi
Ve Araplar dahi, bu sözle,
böbür, böbür böbürlenerek,
Ümmet’i Muhammed’i bir kenara fırlatıp,
“Bizler, soylu Arap Kavmiyiz” derdi!
MARMARA’DA Anzavur oldu,
KONYA’DA Delibaş oldu,
İZMİT’TE, Halife Ordusu Osmanlı.
Kudurdu İHANET, kudurdu UŞAKLIK; kudurdu KÖLELİK,
Kudurdu da KUDURDU.
Vatan HAİNİ ve düşmanlar, TÜRK’Ü yok etmek için
Tek cephede birleşti, dört cephemizde, dört ordu.
Ve sizler, ey efendiler
Karınları tok, sırtları pek olan!
İNÖNÜ’LERDE, SAKARYA’DA, ÇİĞİLTEPE’DE, DUMLUPINAR’DA…
KANLA, ATEŞLE VE GÖZYAŞI İLE vurulduk
Ve dahi VURDUK.
Haksızlığa HÜKÜMLÜ Osmanlıya,
Hak nasıl alınırmış, ULUS ne demekmiş öğretiyorduk.
VATAN dedik, uğruna öldük,
ULUS dedik, ONURUMUZU BAYRAK YAPTIK.
Parayı, şöhreti ve şanı, bir kenara bıraktık.
HAK! Dedik, HAKKA taptık.
ÖZGÜRLÜK ve BAĞIMSIZ TÜRKİYE dedik.
Bu ONURLU KAVGA’DA;
İdam hükümleriyle yargılandık!
Sokaklarımızda; çakşır, potur, şalvar ve camadan.
Gencecik KIZLARIMIZ, simsiyah BEZLER içinde.
Türban, sıkmabaş, peçe ve çarşaf..
Sanki caddelerimiz ‘de binlerce OY TORBASI
Ezanlarımız, niçin Arapça okunur?
Nedir bu Milletvekillerinin halleri böyle!?.
Torpil, avanta, soygun ve talan,
suç olmaktan çıktı mı? Ne oluyoruz, NE?
BİZLER, ranzalarda yatardık,
öğrenci sıralarında sürdürürdük,
Cihana karşı savaşlarımızı…
Bulgur Pilavına, soğanla dalardık,
O’nu da bulduğumuzda, önce şükrederdik TANRIMIZA!
Beleş, KUCAK bilgisayarları almazdık,
Tek paltoyla geçirirdik kışı, ÇİFT KİŞİ
Onun için de, HİÇBİR KUCAĞA OTURMAZDIK!
DÜNYAYI OTURTURDUK KUCAKLARIMIZA.
BİZLER;
DÜYUN’U Umum iye’yi kovmadık mı, NE!!
Nedir bu, AY; EM; EF!
Kahkonen, Koterelli, Mokadam ve
Kuruger diye çağrılan MADAM!
Ne işleri var, BUNLARIN BURADA?
YOKSA, YOKSA bağımsız değil mi ÜLKEM!?.
Limanlarda yabancı gemiler,
Hava alanlarımızda yabancı filolar.
Vatan hainlerine, bunca itibar neden,
Bağımsız değil mi yoksa yargımız?
Resimlerimi şehir, şehir gezdirip,
Anma günleri düzenlenir iken sizler;
Devrimlerim çökertiliyor birer, birer…
Dini, içinizde saklı tutun dedim:
ASKERLERİ zorlamayın, KIŞLADAN çıkmaya!
Utancımdan bakamıyorum ŞEHİTLERİMİN yüzlerine.
Kadın eli sıkmayan kaymakamlar, savcılar ve yargıçlar!
Üniversiteler açmıştık, DEVRİMLER yapmıştık sözde!
Elin ideolojileri ve DOGMALARI için;
Niçin dövüşüp duruyorsunuz, Okullarda, caddelerde ve her yerde!
Soylu bir ULUS’UN ÇOCUKLARIYIZ, unutmayın;
Bir kurtarıcı gelir diye de kendinizi avutmayın.
Efendiden Efendiye satılan köleler,
Kurtarıcı beklerler EFENDİLERDEN!
Mezra, mezra, köy, köy, şehir, şehir gezin ülkemizi,
Yolluk, TAHSİSAT beklemeden!
Her izbede, bir mumunuz yanmalı,
OKULSUZ BİR TEK MEZRA BİLE KALMAMALI.
İstedikleri istasyonlarda indirtmeyin,
Özel amaç güden YOLCULARI
Şam’da, Amman’da gördünüz,
Peygamber gelinini ve Suriye gelinini.
ONURLU, Sade ve Şık, şaçları rüzgâr’da DALGALI!
İleriye, güzele ve bilime yönelin,
Önünüzde, ÇAĞDAŞ TÜRK KIZLARI olmalı
Devrimlere aykırılık, HAK ve HÜRRİYET olamaz.
Hürriyet ve hak söylemi ile DEVRİMLER BOĞULAMAZ!
Her sene, yeniden, yeniden, BENİ SAMSUN’A çıkartmayın.
Devrim düşmanlarına karşı kavgada,
HER KÖY;
HER ŞEHİR,
HER KÖŞE; HER BUCAK,
BİRER SAMSUN OLMALI…
Ulusal günlerimizde, ANITKABİR’İN bahçesinde,
Sergiler açın, oyunlar oynayın,
Müzik şölenleri düzenleyin.
MOZAİK”! Masallarına da kanmayın;
Bir bütün halinde BİRLEŞTİRDİK ANADOLU’YU.
ÖNCE, HALKLA BÜTÜNLEŞTİK;
SONRA DA VATAN’I BÜTÜNLEDİK.
Akılları sıra; GAFLET, DALALET ,
Ve hatta HIYANET’İ oynuyorlar.
Kanla ve imtihanla bütünleşti TÜRK ULUSU.
KAN ve KILIÇLA çizildi VATAN’IN SINIRLARI.
Unutulmasın ki; hiç te söylemedi demesinler;
Kanla kurulan, kılıçla çizilen,
OYLA VE OYUNLA BOZULAMAZ.
Gayrı benden söylemesi.
YABANCILARIN öğütleriyle,
Testiler ve küpler su ile dolmaz.
Unutursanız ULUSAL HAFIZANIZI;
On senede bir,
Başınıza gelmedik FELÂKET kalmaz!
Ne yapsalar, neyleseler, niteler de
Kölelikten bir türlü kurtulamazlar.
Kadınlarımıza, kızlarımıza SON SÖZÜM:
Kılık, kıyafetle namuslu olunamaz.
Her çağda, her yerde ve her kılıkta,
En yiğit, en efendi, en fedakâr senidin.
At başından TÜRBAN’I, Arap işi çarşafı,
Tesettürü at, kaldır gül yüzünden peçeyi.
At başından bezleri, başından SIKMABAŞI;
Ne çabuk unutuluyorsun?
GÖNLÜ YÜCE TÜRK KIZI,
SENİNLE KAZANDIK BİZ; KURTULUŞ SAVAŞINI.

25. KAŞGARLI MAHMUD!

OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir
19 Şubat 2010


KAŞGARLI MAHMUD! (1008-1075)
(Türk’ün ve Türklüğün Atası)


“Dört Atamız Vardır:”
“OĞUZ ATA, MAHMUT ATA, DEDEM KORKUT ATA,
KEMAL ATA!” E.P.Kd: Alb. H. Ekrem Erenoğlu



Bunların zirveye çıkarmış olduğu Türk’ü ve Türklüğü, kendilerini zirrveye çıkartabilmek için, aşağılayarak yan gelip te yatanlar! Ostüzü.

“EFENDİLER; SIRASI GELMİŞKEN, AZİZ MİLLETİME ŞUNU TAVSİYE EDERİM Kİ; BAŞININ ÜZERİNE ÇIKARACAĞĞI ADAMLARIN KANINDAKİ CEVHERİ ÇOK İYİ TAHLİL ETMEK DİKKATİNDEN BİR AN BİLE GERİ KALMASIN!” MAREŞEL GAZİ MUSTAFA KEMAL, NUTUK.



Yüzbaşı Selahattin’in Romanı’nı hatırlayanımız var mıdır acaba!
Sayın İlhan Selçuk yazmıştı. Rahmetli Yüzbaşı Selahattin Yurtoğlu 1956 yılında vefat etmiştir.
Yoksa Ergenekon Müddei hususilerinden çok çekeceği vardı. Bu rahmetli Türk Subayı, tarihimizin en küçük rütbede olduğu halde, en büyük kahramanlarından birisidir.
Kafkasya’yı boşaltan Türk Ordusunun Azerbaycan’da kalan en büyük komutanıdır.
Azerbaycan Harbiye Nazırı, kendisini Bakanlığa çağırarak:
“Osmanlının burada üç milyon altın liralık benzini vardır. İstediğiniz bir yabancı bankaya sizin adınıza üç milyon altını yatıralım; siz bu benzini bize devrediniz!” Buyurmuştur.
Ayağa fırlayan Yüzbaşı Selahattin:
“Sininle biz, ortak düşmanımız olan Ruslara karşı savaşıyoruz ve dostuz. Burada, Osmanlı ordusunun en büyük rütbeli subayı benim. Sizinle bir protokol imzalayalım; bu benzini, Ruslara karşı savaşta kullanmanız koşulu ile size bedavadan devredeyim!” Demiştir.
Gözlerinden yaşlar boşalarak ayağa kalkan Azeri General, Yüzbaşı Selahattin’in boynuna sarılarak:
“Size öldü diyorlar; sizin gibi bir subayı olan milletler ölmez!” Diyor.

AYDINLIK VE KARANLIK SAVAŞINDA; KADINLARIMIZIN VE KIZLARIMIZIN, ELLERİNDE ATATÜRK’ÜN BAYRAĞI OLDUĞU HALDE, ÖN SAFLARDA OLDUKLARINI GÖRDÜĞÜMDE ÖLESİM GELİYOR! ÖLESİM, Ey satılmış köpekler!
Bu ATATÜRK KIZLARIMIZIN Adlarını saymayacağım!
Bir kimseyi yüzüne karşı methetmek, bizlerde çok ayıp sayılır!
Sayın A.K.Ö. KAŞGARLI MAHMUD’U yazmış. Benim, her aklıma gelişinde; kendisine lâyık olmadığımız için özür dilediğim bu Büyük Türk hakkında, bendeniz de, birkaç satır yazı yazmak istiyorum. Ukalalığıma vermemenizi de rica ediyorum. Ve diyorum ki: ”BÖYLESİNE CESUR VE BİLGİLİ KADINLARI OLAN TÜRK ULUSU, KARANLIKLARA ASLA İZİN VEREMEZ!”
Asıl künyesi Mahmud bin el-Hüseyin el-Kaşgâri olan, Kaşgarlı Mahmut olarak ünlenen bu büyük Türk Milliyetçisi, dünya üzerinde ilk bilimsel milliyetçiliğin de babasıdır.
Kitabu Divanı lügati’-Türk’ü, Bağdat’taki Abbasi Halifesine taktim için ve Araplara Türkçe öğretmek için yazmıştır.
1040 Dandanakan Muharebesinden sonra; Tuğrul Bey, Büyük Selçuklu imparatorluğunu kurmuş; Şii Büveyh Oğulları’nın egemenliği altındaki Arap Abbasi Halifelerini de kurtarmıştı.
Halifenin dünyalar güzeli ve 15 yaşındaki kızını da almış, Halifeye damat olmuştu.
Türkler Arap dünyasında en saygın yerlerini de almışlardı.
26 Ağustos 1071 tarihinde de Malazgirt Meydan Muharebesi kazanılarak, Anadolu’nun kapıları Türk’e açılmıştı.
Ne yazıktır ki; Bağdat Abası Halifesi kutlama mektubunda, Alp Aslan için: ”Arabın ve Acemin Sultanı!” Sanını kullanmıştı!
Kitabın varlığından haberdar olanlar bu kitaba erişmenin heyecanını yaşamaktaydılar.
Maliye Eski Nazırlarından Nafiz Beyin yakın akrabası, Yaşlı bir Hanım, sahaflar çarşısında eski kitap satıcısı Burhan Bey’e, satılması için, Eski bir kitap bırakmıştır. Burhan Beyin dükkânına uğrayan Emekli Defterdar Ali Emiri Bey, kitabı görür, görmez değerini anlamıştır. Kitabın ederi olan 30 altın lira da yanında yoktur. Kitabın üstüne oturarak, gelen, geçen tanıdıklarından 30 altın lirayı denkleştirmiş, 3 lira da bahşiş vererek kitaba sahip olmuştur. Kitabı nasıl koruyacağına karar veremez bir durumda iken, Kilisli Rıfat (Bilge) Bey’e kitabı göstermiştir.
En sonunda bir plan yapılmış; Adliye Nazırı İbrahim Bey’e akşam yemeğine davet olunan Rahmetli Ali Emiri Bey ile sadrazam Talat paşa karşılaştırılmıştır. Sadrazam Talat Paşanın ricası üzerine, tercüme etmesi için, kitap Kilisli Rıfat Bey’e teslim edilmiştir. (1915-1917) Kitap üç cilt olarak tercüme edilerek bastırılmıştır.
Rahmetli Ali Emiri Bey (1857-1923); 4500 tanesi el yazması olmak üzere 16,500 kitap toplamıştır.
Fransızlar; kitaplar için 30,000 altın teklif etmişler. Ayriyeten de, Pariste, başında Rahmetli Ali Emiri Beyin bulunacağı bir kütüphane, bir ev, birisi Mengenli aşçı olmak üzere üç hizmetli ve Fransız Cumhurbaşkanının maaşından üstün bir aylık ta teklif etmişler.
Rahmetli Ali Emiri Bey, tüm bu teklifleri reddetmiştir. Kurulacak kütüphaneye; kendi adının verilmesi teklifini de reddederek ”MİLLET KÜTÜPHANESİ!” Adının verilmesini istemiştir.
Şirazesi koptuğundan parçalanmış ve dağılmış olan iş bu kitap matbaayı Âmire tarafından iki cilt halinde ciltlenmiştir. Bu iki ciltlik dev eser, Ayasofya Müzesinde koruma altındadır.
Rahmetli Besim Atalay tarafından yapılmış olan üç ciltlik çeviri de Türk Tarih Kurumu Matbaasında basılmıştır (1940). Tıpkıbasımları da yapılmıştır.
Kitapta 7,500 Türkçe sözlük yazılmış; karşılıkları da Arapça verilmiştir. Kitabın aslı kayıptır. Elimizde bulunan tek nüsha da 1266 tarihinde, Şam’da yazılmış olan nüshadır.
Kitabın önsözünde; devrini aşan fikirler söylenmiştir.
Bugünkü öküzlere ne demeliyiz?
“TÜRK’ÜN, TÜRKMEN’İN, OĞUZ’UN, ÇİĞİL’İN, YAĞMA’IN, KIRGIZ’IN LİSANLARINI VE KAFİYELERİNİ TAMAMİYLE ZİHNİMDE NAKŞETTİM. BU HUSUSTA OKADAR İLERİ GİTTİM Kİ, HER TAİFENİN LEHÇESİ BENCE EN MÜKEMMEL SURETTE ELDE EDİLMİŞ OLDU. TÜRK DİLİ İLE ARAAP DİLİNİN AT BAŞI BERABER YÜRÜDÜKLERİ BİLİNSİN DİYE.”
“ULU VE AZİZ OLAN ALLAH DİYOR Kİ; BENİM TÜRK İSMİNİ VERDİĞİM VE DOĞUDA YERLEŞTİRDİĞİM, BİR TAKIM ASKERİM VARDIR Kİ HER HANGİ BİR KAVME KARŞI GAZABA GELECEK OLURSAM, İŞTE O TÜRK ASKERİNİ O KAVMİN ÜSTÜNE SALDIRTIRIM!” Hadisi Kutsi, Kaşgarlı Mahmut, Divanı Lügat-it Türk. C.1. S.294,(1333).
“Türk dilini öğreniniz; çünkü Türklerin çok uzun sürecek bir hâkimiyetleri vardır.” S.G.E. C.1 S.3.
“Ölümsüz Büyük Atamız Kaşgarlı Mahmud, eserine şöyle başlamaktadır:
“ESİRGEYEN KORUYAN ALLAH’IN ADIYLA”
“ALLAH’IN DEVLET GÜNEŞİNİ TÜRK BURÇLARINDAN DOĞURMUŞ OLDUĞUNU VE TÜRKLERİN ÜLKESİ ÜZERİNDE GÖKLERİN BÜTÜN DAİRELERİNİ DÖNDÜRMÜŞ ÖLDUĞUNU GÖRDÜM. ALLAH, ONLARA TÜRK ADINI VERDİ. VE YERYÜZÜNE HÂKİM KILDI. CİHAN İMPARATORLARI TÜRK IRKINDAN ÇIKTI. DÜNYA MİLLETLERİNİN YULARI TÜRKLERİN ELİNE VERİLDİ. TÜRKLER ALLAH TARAFINDAN BÜTÜN KAVİMLERE ÜSTÜN KILINDI. HAK’TAN AYRILMAYAN TÜRKLER, ALLAH TARAFINDAN HAK ÜZERİNE KUVVETLENDİRİLDİ. TÜRKLER İLE BİRLİKTE OLAN KAVİMLER AZİZ OLDU. BÖYLE KAVİMLER, TÜRKLER TARAFINDAN HER ARZULARINA ERİŞTİRİLDİ. TÜRKLER, HİMAYELERİNE ALDIKLARI, KÖTÜLERİN ŞERRİNDEN KORUDULAR. CİHAN HÂKİMİ OLAN TÜRKLERE HERKES MUHTAÇTIR, ONLARA DERDİNİ DİNLEMEK BU SURETTE HER TÜRLÜ ARZUYA NAİLİ OLABİLMEK İÇİN TÜRKÇE ÖĞRENMEK GEREKİR!”
BU ÜLKEDE YAŞAYIP TA; ”NE MUTLU TÜRKÜM!” DEMEYENE LANET OLSUN.
EY! YÜCE ŞANLI ELİ KALEMLİ BÜYÜK TÜRK! ŞİMDİLERDE, BİZİ YÖNETENLER, OTELLERİNE AYAKLARINA GİTTİKLERİ ARAP ŞEYHLERİNE, ÇAĞDIŞILIKLARA RAĞMEN ATATÜRK MADALYASI TAKTİM EDİYORLAR VE TARİKAT ŞEYHLERİNİN DİZİ DİBİNDEKİ RAHLEDEN DE İCAZET ALIYORLAR.” Halifelik, Ostüzü. S.47.
Şimdi de; günümüzde başımızın üstüne çıkarmış olduklarımızın beyanlarına bir göz atalım:
“Dağlara ve taşlara, ”NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!” Basitliğini yazdılar.” R.P.kayseri Milletvekili Abdullah Gül Bey! PS: Şimdi mi nerede? 864 rakımlı tepede, AKP Cumhurbaşkanı ve Başnoteri!
“Sadece İmamlar resmi nikâh kıysın”, ”Ben, Millet meclisinin de dua ile açılmasından yanayım!” SN.RTE.
“Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız!” SN.RTE.
“Demokrasi bizim için bir tramvaydır. İstediğimiz durağa gelince ineriz!” SN.RTE
“REFERANSIMIZ İSLAMDIR. TEK HEDEFİMİZ İSLAM DEVLETİDİR!”
Ülkemizde, bir CUMHURİYET SAVCISI YOK MUDUR?
Sayın Seyircilerimiz!




24. DİLDE BAŞLAYAN ÇÖZÜLME, ULUSAL ÇÖZÜLMEYLE SONUÇLANIR.


OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir
01 Ocak 2009,



DİLDE BAŞLAYAN ÇÖZÜLME, ULUSAL ÇÖZÜLMEYLE SONUÇLANIR.


“Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk Ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Gazi Mustafa Kemal, 24. Eylül. 1930

“Sadri Maksudi Aral’ın“ Türk Dili İçin” kitabına yazdığı önsöz



15 Mayıs 1985 tarihinde; Akşehir İlçe Jandarma Bölük Komutanlığını denetledim. Öğlenden sonra; denetleme sırası, Ceza ve Tutuk evinin 100 m. Kuzeyinde bulunan Cezaevi Jandarma Karakolunda idi.
Denetleme düzenindeki erler, arkalarını Ceza ve Tutukevine dönmüşlerdi. Jandarma erlerinin karşısında bulunan benim yüzüm, güneşe ve cezaevine dönüktü.
Bir toplumun uluslaşma sürecinde ve o toplumun toplumsal yaşamında, dilin önemini anlattım.
Kaya yarıklarına giren yağmur suları nasıl donarak nasıl kayaları parçalarsa; bir dilin içerisine giren, yabancı dil sözcükleri de o dili ve o ulusun ulusal bilincini öyle paramparça eder dedim. Sonunda o ulus paramparça olur ve çöker diye konuşmamı noktaladım.
Anadolu Beyliklerini saydıktan sonra da sordum:
“ Anadolu Beyliklerinin hangisi, Osmanlı Beyliğinin yerine, Anadolu’ya egemen olsaydı, Türkçe evrensel bir dünya dili olurdu?”
Tüm jandarma erbaş ve erleri, soruyu yanıtlamak üzere sol ellerini havaya kaldırdı.—TÜRK Silahlı Kuvvetlerinde, her türlü silah sağ tarafta, sağ elin kontrolündedir. Bunun solculukla ilgisi yoktur. AJANLARA duyurulur!-- O anda; karşıda bulunan Ceza ve Tutuk evinin en üst penceresinden bir ses gürledi:
“ Karamanoğulları Beyliği, Karamanoğlu Mehmet Bey’in Beyliği komutanım.” Dedi.
Esas duruşa geçtim. Yüzünü göremediğim o sesin sahibine selam durdum.
O sesin sahibi kimdi? Tutuklu muydu? Hükümlü müydü? Bence o sesin sahibi, herkesten ve dahi hepimizden bilinçliydi.
Ben de gür bir sesle Karamanoğlu Mehmet Bey’in 13. Mayıs. 1277 tarihli fermanını okuyarak, o gök gürültülü sesin sahibine yanıt verdim:
“Bugünden sonra; divanda, dergâhta, barigahta, mecliste, meydanda, TÜRKÇED’EN başka dil kullanılmayacaktır.”
Aradan 737 yıl geçmiş, Anadolu halk ozanları, Türkçe söyleyip, Türkçe yazmışlar.
Osmanlı 1876 Anayasasının 18. maddesine, Resmi Dil Türkçedir yazabilmiş.
Ünlü Romalı Hatip Çiçero:
“ Geçmişten habersiz kalmak demek, her zaman çocuk kalmak demektir.” Sözünü boşuna mı söylemiş!
1996 tarihinde; ünlü Sümerologomuz Muazzez İlmiye Çığ, “Sümerli Ludingirra”nın anılarını yayımladı. Bu kitabı kaç kez okuduğumu sormayınız, yanıtlayamam. Ünlü bir ozan ve yazar olan Ludingirra’nın anıları, tarih ve edebiyat derslerinde okutulmalı derim.
Bakın neler diyor Ludingirra:
- “ Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.” S.12
- “ Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha sonra gelecek kuşaklara neden yazılarımla bilgilendirmeyeyim dedim.” S.13
- “ …hem Akadca hem Sümerce bilmek gerek. Akadca, zaman zaman bizi yönetenlerin dili. Onun için gittikçe yaygınlaşmaya başladı. Şimdi ikisi birlikte konuşuluyor. Babam Akadcayı Sümerce kadar iyi bildiği halde, Sümerce unutulur korkusu ile evde hep Sümerce konuşuyoruz.” S 30
- “ Okulda Sümerce konuşmayanlar, dayağı hak etmiş olanlardı.” S. 34
- “ Babam, Akadca konuşmamıza izin vermezdi. Sümerce'yi unutacağımızdan korkarak. Ama ortam değişti. Gençlerimiz, Akadlılarla arkadaşlık ediyorlar. Bunu önlemek olanaksız şimdi. Sümerler, kendi ülkelerinde gittikçe azınlık olmaya başladı. Ne korkunç bir durum, ulusumuz için.” S 35
- “ çocuklara, özellikle Akadlı çocuklara, Sümer gramerlerini öğretmek zor geliyordu. Bu yüzden, Akadlı çocukların ve yavaş yavaş Akadlılaşmaya başlayan Sümerli çocukların bunları öğrenmeleri bir hayli güçtü.” S. 40
- “ Yok, olmaya başlayan Sümerliliğimizle birlikte, okullarımızdaki yaşam, öğrettiğimiz bilgiler, öğretme yöntemlerimiz de unutulup gidecek.” S 43
- “Satıcılar, kimi Akadca, kimi Sümerce olarak, bağırarak sattıkları malları, alıcılara bildiriyorlardı.” S. 46 “ geçerli ikileşti” - “ Gençler, ölsek bile özgürlüğümüz için, onlarla savaşalım”, dediler. Yaşlılar, “aman savaşta ölmeyelim, boyunduruğa girsek ne olur sanki “dediler.
Doğrusu ben de gençler gibi söylerim. Özgürlük benim için çok önemli. Ama ne yazık ki özgürlüğümüzü kaybettik. Yüzlerce yıllık Sümer devleti bitti, yok oldu.” S. 55
- “ Bundan sonra biz Sümerliler, özgürlüğümüzü Akadlılara kaptırdık. Aslını ararsanız, bizim suçumuz çok bunda. Kentlerimiz el ele verip güçlerini birleştirebilseydi, bunlar başımız gelmeyecekti. Ben daha büyük olacağım, ben daha yükseleceğim diyen şan ve şöhret düşkünü yöneticiler, ülkemizi parçaladılar, düşmanlarımıza bizi yem yaptılar. Ne acı değil mi?” s. 59 “Çözülme, dağılma ve yıkılma sürecini iyi karşılaştıralım”
- “ Bizler, kitaplık ve arşivlerimizi gözümüz gibi koruruz. Ülkemize zaman, zaman, saldıran düşmanların, ilk işleri, saraylarda, tapınaklarda ve evlerde bulunan bu kitapları ve belgeleri, kırıp parçalamaktı. Herhalde, böylece bize geçmişimizi unutturmayı ve kendilerini saydırmayı amaçlıyorlardı.” S. 85
- “ Yabancılar, aramızda özgürce yaşadıkları halde, nedense rahat batıyor kendilerine. Ülkede kargaşalıklar hep onlardan çıkıyor. Kendi insanlarımız da birbirinden üstün olma tutkusu, düşmanların eline iyi bir fırsat veriyor.” S. 136 “çok önemli”
Osmanlının yıkılış süreci; Abbasilerin Türk Ellerini Araplaştırma süreçlerini çok iyi öğrenelim ki, Cumhuriyetimize yönelik saldırıların aleti olmayalım.
Ludingrra, 4000 yıl önceden haykırıyor:
“ Eti çiğ çiğ yiyen vahşilerin kelimeleri Sümerc'ye girdi! Eyvah! Sümerlerin sonu yok!” diye.
Bakınız; 24. Mart. 2005 tarihli Hürriyet Gazetesindeki köşesinden Bekir Coşkun nasıl da hayıflanıyor:
- “ Çarşıda tabelalara bakın; ben, çoğunu anlamıyorum. Türkçe bizim değil!”
Çağatay Türkçe’sinin en Büyük Yazarı Ali Şir Nevai, Muhakemet-ül Lügateyn adlı yapıtında nasıl da hayıflanıyor:
- “ Türk’ün bilgisiz zavallı gençleri, güzel sanarak Farsça şiir yazmaya özeniyorlar. Bir insan, geniş ve iyi düşünse, Türkçe’de böylesine genişlikler, zenginlikler durup dururken, bu dilde şiir söylemenin daha yerinde daha kolay olacağını anlar. Anadilimin üzerinde düşünmeye koyuldum; Türkçenin derinliklerine dalınca, gözlerime onsekizbin evrenden daha büyük bir evren göründü. Bu evrenin aydınlık alanlarında, esinimin şahlanan atını koşturdum, sınırsız hayalimin hırçın kuşunu havalandırdım.” Osman Türkoğuz/ “ Halifelik” S. 47-48
Kaşgarlı Mahmut; Bağdat’taki Abbasi Halifesine Türkçe öğretmek için, Divan-ı Lügat-it Türk isimli ölümsüz eserini yazmıştır. 1072 yılında; bu eserini Bağdat’a götürüp Halifeye takdim etti. Türk ulusunu hayli övdükten sonra, Halifeye şöyle seslendi:
- “ Tanrı, Türkleri yeryüzüne ilk boy kıldı, dünya uluslarının yönetim yularlarını onların eline verdi, Türk dilini öğrenmek farz ve ayındır.” dedi. Osman Türkoğuz / “ Halifelik” S. 47
Kemalpaşazade Sait ( 1850- 1921), bakınız neler yazmış:
“ Arapça isteyen Urban’na gitsin,
Acemce isteyen İran’a gitsin,
Firengiler, Frengistan’a gitsin
Ki biz Türk’üz, bize Türkçe gerek.”
M. Cemal KUTAY / “Atatürk’ün Beraberinde Götürdüğü Hasret. Türkçe İbadet, Ana Dilde Kulluk Hakkı” s. 374
Gazi Mustafa Kemal Atatürk: “Türk Ulusunun milli dili ve benliği, bütün hayatımda, hâkim ve esas olacaktır.” Buyurmuştur.
Birlik dergisi Mart- Nisan. 2005 tarihli 156. sayısı
Her ayın 9, 19 ve 29. günleri ve bazı önemli günlerde Milli Piyango çekilişleri, TRT-1’den yayımlanır. Çekilişi yöneten Aydın Türk Kızı, hep “Butona basıyorum” der ve şans diler. Nedir bu buton! Türk dili ve Türk halkı, yabancı kelimelerin ve deyimlerin istilası altındadır.
Bizim ulusal onur bayrağımız tarafımızdan yaralanmıştır. Gün be gün; dilimiz, önce AYDIN GENÇLERİMİZ, sonra da TAKLİTÇİLERİMİZ VE YABANCI HAYRANLARI tarafından kirletilmektedir.
Ulusal dil bozuldu mu, o ulusun kendi diline göre şekillenen mantığı ve anlayışı da bozulur.
Dilimizi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıyız. Kurtarıcı beklemek; Ayasofya Kilisesine sığınıp gökten inecek kurtarıcı bekleyen Bizans Halkından ve Arap’tan bize miras kalmıştır.
Romalı Ünlü Hatip ÇİÇERO: “Başkaları tarafından kurtarılmayı yalnız köleler bekler.” Demiştir. Biz köle değiliz; bir an önce dilimizi; sonra da kendimizi bu yanlış ve çirkin yoldan kurtarmalıyız.
26. Mart. 2005 Tarihli Cumhuriyet Gazetesinden bir haber:
“SES BAYRAĞINA SALDIRILIYOR”
İzmir (Cumhuriyet Ege Bürosu) : Türk Dil Kurumu tarafından hazırlanan Güncel Türkçe Sözlükte yer alacak bazı sözcüklerin, Türkçe’ye saldırı anlamı taşıdığı savunuldu.
Dil Derneği Başkanı Sevgi Özel, yaptığı açıklamada; sözlükte: “ …animatör, ankorman, aupair, avanproje, avanturiye, beherglas, bilbort, billboart, brokır, dedveyt, developır, diaspora, enterfon, faktorink, faynıl for, final four, gros market, guvenör, heliport, insert, kontuar, koregraf, kuver, laptop, leasing, leptap, okeyleme, okeylemek, oper, otelgarni, rambursman, raiting, reeksport, singıl, sivilize, virman,” gibi sözcüklere yer verildiğini belirtti
Özel açıklamasında: ‘Bu, ses bayrağımız, Türkçeye bir tür saldırıdır. Yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulmak, Türk Dil Kurumu’nun görevidir. Bu kurum, Atatürk’ün başlattığı Dil Devrimi’ne inanmadığı için “okeylemek” gibi dili soysuzlaştırabilecek, sözcükler türetmesi, İngilizce sözcükleri, ikili yazımla dile katması; Türkçeyi sözcük, sözcük çiğneyip, yakıp yıkmaktır.’ Görüşüne yer verdi.
KKK Eğitim ve Doktrin Komutanlığının 2020 ve sonrası Dergisi; bakınız, Konfüçyüs, dil konusunda ne buyuruyor!
“ Konfüçyüs’se sordular: Bir ülkeyi yönetmeye çalışsaydınız ilk iş ne oludu?”
Büyük Filozof yanıt verdi:
“Hiç şüphesiz dili gözden geçirmekle işe başlardım.” Ve dinleyicilerin hayret dolu bakışları karşısında sözlerine devam etti. “ Dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılamazsa, yapılması gereken şeyler, doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılamazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” Dedi.
Bu sözün üzerinde söz söylemek olur mu?



KAYNAKÇA:
1. M. Cemal KUTAY; Atatürk’ün Gönlündeki Hasret, Türkçe İbadet
2. Muazzez İlmiye Çığ; Sümerli Ludinirra’nın anıları
3. KKK. Lığı Eğitim ve doktrin K. Lığının 2020 yılı sonrası dergisi
4. Osman Türkoğuz; Halifelik
5. 24 Mart 2005 Tarihli Hürriyet Gazetesi
6. Birlik Dergisi; 156. sayı
7. 26 Mart 2005 Tarihli Hürriyet Gazetesi

23. ÖZGÜN DİLİ OLAN TOPLUMLAR ULUSTUR; GERİSİ BOŞTUR

Osman TÜRKOĞUZ
İzmir
01 Ocak 2009


ÖZGÜN DİLİ OLAN TOPLUMLAR ULUSTUR; GERİSİ BOŞTUR.


“Pers Irkına ölüm yoktur; çünkü O, diline kavuşmuştur.” FİRDEVSİ.
O.Türkoğuz,“Türkçemize yapılan şerefsizce saldırılar. Manisa İl J Alay Komutanlığı, 1977 yılı Günlük Emri.”


Ölmüş bir dil olduğu halde; bilimsel çevrelerde hala yaşatılan; canlıların her türüne, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara, böceklere ve balıklara ad vermede kullanılan LATİNCE, birçok dilin de yaratılmasında temel olarak kullanılmıştır. Fransızça, İngilizce ve Almanca’nın temeli Latince’dir.
“Sarhoş kafayla Almanca konuşursanız, İngilizce konuşmuş olursunuz” sözü çok düşündürücüdür!
Roma İmparatorluğunun en görkemli devirlerinde; Fakir Romalı askerlerle Galyalı kadınların evlenmeleri Fransızça’yı yaratmıştır. Galyalı Kavimlere egemen olarak gelişen Fransızça da, Fransız ulusunu yaratmıştır. Fransız ulusunun eti ve kanı, Romalı ve Galyalılardan oluşmuş; manevi dokusu da, Fransızça’dan oluşmuştur. Ünlü bir Fransız: “ Fransızça benim onur bayrağımdır” demiştir.
Fransız Bilimler Akademisi, Fransız yazar ve ozanları el ele vererek, 330.000 kelimeyi incelemişler, 8000 fiili guruplara ayırıp, çekim kurallarını belirlemişlerdir.
Aya ayak basıldığında, “Descendre ala Lune” diyeceklerine bunu “alunir” fiili ile ifade etmişlerdir.
Montaigne, Rabelais, Lafontaine, Montesqieue, Ansilopediciler, Moliere, diAlemberte, J. J. Rousseau, Honore de Balzac, Voltaire, Victor Hugo, Alexsandre Dumas Piere ve Dumas fils, Boudlaire, Paul Verlaine, Arthur Rimbeau, Fransızça’yı evrensel bir dil haline getirerek, ulusal birliği pekiştirmişlerdir.
19’uncu ve 20’nci yüzyıl Fransız yazarları da bu dili nakış gibi işlemişlerdir. İtalyan asıllı Emile Zola, 40 cilt eseri ile Fransızça’ya ayrı bir renk katmıştır.
İngilizlerin de aynı doğrultuda çalışmaları, İngilizce’yi evrensel ve diplomat dili haline getirmiştir. V. Sheaspeare, 500 yıldır tüm dünyanın övünç kaynağı olmuştur. Cervantes ve Don Kişot, İspanya ile özdeşleşmiştir.
Resimde, müzikte, piyes ve roman dalında; Almanlar da dillerini evrensel boyuta taşımışlardır. Goethe’nin Faust’u, Genç Verther’in Acıları, 18, 19 ve 20’nci Asırları etkileyebilmiştir.
Eric Maria Remargne’in, Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, romanı tüm ulusları etkilemiştir.
Baht, Mozart, Vağner ve Bethaufen, yarattıkları müzikle Alman toplumunu sımsıkı kenetlemiştir.
19’uncu asrın ortalarında; Viyana’da yaratılan Vals müziği, Alman ulusu için coşkuda birleşme çağını tamamlamıştır.
Firdevsi, Şehname’yi yazıp bitirdiğinde; “Pers ırkına ölüm yoktur; çünkü o, diline kavuşmuştur” demiştir. Şehname, Türk Hakanı Gazneli Mahmud’a sunulmuştur.
Gazneli Mahmud’un Firdevsi’ye gönderdiği bir deve kervanı para, Belh şehrinin bir kapısından şehre girerken, Firdevsi’nin cenazesi şehrin öteki kapısından, mezarlığa doğru götürülmekteymiş. Boşuna söylenmemiş; “ açlıktan öldürülen büyük adamlar, ekmek ve su istemeyen heykellerle yaşatılırlar” diye!
TÜRK ULUSU, OĞUZ’UN 24 boyu esasına göre şekillendiğinden, merkezi bir otoritenin de oluşmaması nedeniyle, her boyun ayrı bölgelerde; ayrı, ayrı devlet kurmaları, Türkçe’yi iki büyük lehçe ve 23 ağızda biçimlendirmiştir.
Kaşgarlı Mahmut’un 1072’de yazıp Abbasi (Bağdat) Halifesine sunduğu DİVAN-Ü LÜGATİ’T TÜRK adlı ünlü eseri UYGURCA’DA kalmıştır.
Yusuf Has Hacip’in KUTATGU-BİLİK (Saadet Veren Bilgi) adlı ünlü yapıtı da bütün Türk boylarının birleşme ve kaynaşma kaynağı olamamıştır.
Aydın, yönetici ve halk ayırımı; aydın ve yönetici sınıfını Farsça’nın ve Arapça’nın kölesi yapmıştır. Alevi halk ozanlarının önderliğinde; Anadolu Türk halkı, Türkçe’yi işlemişlerdir.
Fars uşağı Celaleddin’e, Yunus Emre Türk tokadı vurmuştur. Türk halkı, devlet desteği ve aydın yardımı olmadan, Türkçe Türküleri ve Manileri günümüze taşımasını bilmiştir.
Karacaoğlan’a ve Köroğlu’na Orta Asya Türk toplulukları da sahip çıkmıştır. 25 değişik yöredeki Türk topluluklarında, Köroğlu efsanesi, aynı biçimde anlatılır.
Küreselleşme masalı, “Türkçe diğer dillerin boyunduruğundan kurtarılmalıdır” direktifini de sulandırmıştır.
Osmanlının Arapça ve Farsça’ya yönelmesi, Anadolu Türk halkının anadili Türkçe’ye dört elle sarılmasına neden olmuştur.
Günümüzde; bu etki ve tepki tersine dönmüştür. Aydınlarımızda ve şehirlilerimizde başlayan yabancı sözcük kullanımı, halkımızı da etkisi altına almıştır.
Aydının ve dahi şehirlinin, şıngır, şıngır, mıngır, tangır tungur müziğe yönelmeleri; halkımızı da Arabesk salgınına itmiştir.
Turizm edebiyatına sığınarak, sabahlara kadar gürültü yayan Bar ve Pavyonların ülkemizi istilası, halkımızın tepkisini çok yanlış boyutlara taşımıştır. Gürültüyü, yozlaşmayı modernlik olarak algılayan halkımız, ilkel Arap’ın şekilciliğine dini gelenek diye, sarılmıştır.
Tüm Türk toplumu, Türkçe yatağından sıyrılıp, taklit vadisine girmiştir.
Bazı aydınlarımız ve politikacılarımız, bozulmanın faturasını Laik ve Demokratik Türkiye Sosyal Hukuk Cumhuriyeti’ne kesmişler, Osmanlıyı çürütüp yok eden olguları reçete diye sunmakta diretmişlerdir.
Norslu Said Okur; sırf Türkçe’yi bozmak, Türkçe’nin birleştiriciliğini önlemek için, akla, mantığa, ilme, dine ve hiçbir dile sığdırılamayan Nur Risaleleri denilen zırvalarını İslam Dini diye, halkımızın başına musallat etmiştir.
Politikacılar, çıkar çevreleri ve dış güçlerin desteği ile bu karmaşa her tarafa egemen olabilmiştir.
Cemil Meriç; “Risalei Nurları okumadan ne Türk dili öğrenilebilir, ne de Türk düşüncesi öğrenilebilir” diye yazmıştır. Ve “ Risalei Nurlar, bizim milli hazinemizdir” demiştir. (O. Türkoğuz, Nurculuk S. 42)
“Risalei Nur, ağdalı, bozuk ve anlaşılmaz bir üslupla yazılmıştır. Cümlelerin kapsadığı fikirler, Kur’an’ı Kerim ayetlerine, Peygamberimizin Hadislerine, din büyüklerinin görüşlerine, bütün bunların yanında, akıl ölçülerine tamamen aykırıdır.” (Turhan DURSUN, Müslümanlık ve Nurculuk. S. 132)
“ Risalei Nur’u okumak, O’na hizmet etmek bir ibadettir. O’na hizmet, Üç aylarda yapılan Zikirlere bile tercih edilmelidir.” (R.N.K. Nur Meyveleri S.66 Mü? BKZ. Norsi)
“Risalei Nur, herhangi bir Sünnetin terk edilmesinden doğacak günahı bağışlar.” (R.N.K.Tiryak S.54 Mü? Bkz. Norsi)
“Peygamberimiz, nasıl Kur’an’ı Kerimin sadece bir tercümanı idiyse, Üstad da Risalei Nur’un sadece bir tercümanı durumundadır.” (R.N.K. Hizmet Rehberi S.73 MÜ? BZ S. Norsi.)
“ Türkçe’miz, seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp, şişmektedir ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır.” Ank. Üniversitesinde, R.N. hakkında verilen konferans S. 74 Mü. Bkz. Norsi.
Ankara Üniversitesinin çok sayıda Fakültesi var. Ankara Üniversitesi, Cebeci Ortaokulu mu?
Bu yalana, bu alçakça oyuna inananlara ne denir!
“ Kader bana Türkçe’yi az vermiş, hatta hiç vermemiş; dikkatinizle bana yardım edin. Dilim, düşüncelerime gerektiği gibi tercüman olamıyor. Düşüncelerinizle bu perişan sözleri bir düzene sokarsınız.” (O.Türkoğuz, Nurculuk S. 104, Av. Bekir Berk Nurculuk Davası S.678)
“ Nur Risalelerinin, Türkçe, Arapça ve Farsça dillerinin hiçbirisini tam bilmeyen, kulak dolgunluğu ile elde edilmiş kelimelerin, yanlış tertip edilmiş örneklerinden ibaret olduğu; bunların mucize, keramet ve Allah tarafından gönderilmiş olduğu yolundaki iddiaların, ya iddia sahibinin kuruntusu, ya da iddia sahiplerince bile bile uydurulmuş bir düzen olduğu. Halkın, bu risalelerin Kur’andan sonra, hatta bazen ondan daha önemli olduğu görüşüne saptırıldığı, bu uğurda hapse girmenin ibadet yerine geçeceği, ölenlerin şehit olup gideceği, nurcu olmayanların imansızlardan, dinsizlerden meydana gelmiş bir kalabalık teşkil edeceği…” (22 Temmuz 1971, Bilirkişiler: Rüştü Şardağ, Mehmet Oruç Eskişehir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mah. 92 sanıklı Nurculuk Davasındaki gerekçeli kararından, O. Türkoğuz. Nurculuk S. 63.)
Büyük Selçuklu Devletinde dil birliği kurulamamış; Türkçe’nin üzerine Farsça oturtulmuştur.
Selçuklu devleti de, lidere bağlı kaderin kurbanı olmuş, Türkçe konuşan Türkmenlerin hışmına uğramıştır.
Anadolu Selçuklu Devleti de aynı oyunu oynamış, dilini edebiyatını ve geleneğini Farsça’ya teslim ederek, yıkılıp gitmiştir.
Osmanlı, ilk dönemlerde; Türkçe’yi baş tacı etmiş, Mevlit Türkçe yazılmıştır. Osmanlı Devleti güçlendikçe, Türk dilinden ve Türk töresinden kopmuş, Farsça’ya ve Arapça’ya dört elle sarılmıştır.
Alevi Türkmenlerin ve Türkçe konuşan halkın hışmına uğramıştır. Anadolu’da, 135 halk ayaklanması meydana gelmiştir.
Kayı Boyu motifinin yanı sıra , “Kavmi Necibi Arap’a” ait gaza ve yağma öykülerine sığınılmıştır.
Osmanlının dili, devşirme ordusu ve devşirme yöneticileri var iken; dilsizliği, sonunu hazırlamıştır.
Osmanlıca denilen dili, ne konuşan anlar, ne de dinleyen anlardı. Türkçe, Farsça ve Arapça sözcükler ve tamlamalar kullanılarak, Türk Halkından kopuk bir dil oluşturulmuştu. Halktan kopuş, iktidardan ve güçten kopuşu da beraber getirmiştir.
Arap’la ve Arapça’yla İslamiyet karıştırılmıştır. İlkel Çöl bedevilerinin her davranışı örnek alınmış, uyduruk sözler de Arap Peygamberi Hz. Muhammed’e mal edilmiştir. Türk Halkı da çağından habersiz, sosyal bir bataklığın içine itilmiştir. Farsça ve dahi Arapça şiirler ve düz yazı baş tacı edilmiştir.
Yavuz Sultan selim’in, Şah İsmail’e yazdığı mektup çok ilginçtir!
“Ben Fatih Sultan Mehmet oğlu, Bayezıt Han oğlu, Yavuz Sultan selim Han’ım.
Sen ki eşek Türk!”
Türk dilinde eserler verilseydi; Mevlana Türkçe yazsaydı; hiç olmazsa, Anadolu Türk halkı Türkçe’nin şemsiyesi altında, düşüncede, duyguda ve eylemde bir ve beraber olurdu.
Dilsizlik Osmanlıyı bitirdi. Türkü de bitireyazdı.
ATATÜRK sayesinde baş tacı edilen Türkçe, toparlanmış, kullanılma oranı % 15’lerden % 85’lere ulaşmıştı.
Osmanlı artıkları, bu sefer de yabancı dillerin sözcüklerini güzel Türkçe’mizin başına musallat ettirmişlerdir. Hem de, Türk halkını peşlerinden sürükleyerek.
Milli Eğitim Bakanı, Norslu Said denilen ruh hastasını kurtuluş için, lider olarak sunabilmiştir.
Türkçemiz kirlendikçe; Türkiye Cumhuriyeti de her türlü saldırılara açık hale gelmiş, varlığını korumada zorluklara itilmiştir.
Sayın Bayanlar ve dahi Baylar;
Sayın Arap bülbülleri ve dahi USA ve AB horozları; Türkçemize güle, güle dediğimiz gün; demokratik, laik, sosyal hukuk devletinin bölünmezlik kavramı da, bizlere güle güle diyecektir.
Uyanınız, ESKİ Kültür ve Dahi Turizm Bakanınız, sizler adına, içeride ve dahi dışarıda uyumaktadır!
13 Mayıs 1273’te; Türkçeyi baş tacı yapan Karamanoğlu Mehmet Bey’in ünlü buyruğunu baş tacı etmezsek, başka dilleri konuşan ulusların paspası olacağımızı da unutmamalıyız…
“Bugünden sonra; hiç kimse, sarayda, divanda, meclislerde ve seyranda Türk dilinden başka dil kullanmaya…”

22. SİYASİ İKTİDARLARIN, SAVCILARI, YARGIÇLARI VE MAHKEMELERİ

OSMAN TÜRKOĞUZ
İzmir
03 Ocak 2009



SİYASİ İKTİDARLARIN, SAVCILARI, YARGIÇLARI VE MAHKEMELERİ!


“Emredersem kanundur; emretmezsem kanun değildir.”
Enver Paşa.

“EY! LAKEDOMYALILAR!-Ispartalılar-Burada;
kanunlarınıza saygının eseri olarak yatmaktayız.”
Isparta Kralı LEONİDAS’IN mezar taşı.

“EY! Yolcu, burada ben yatmasaydım, şimdi, sen yatmış olacaktın”
1795,Robespierr’in mezar taşı.

Kılıç çeken, kılıçla ölür.” Hıristiyan atasözü
“Ne ile vurursan, onunla vurulursun.” Arap özdeyişi.



“Bu konu da, nereden çıktı?” diye soru sormayınız. Tüm dünya, siyasi tarihin başlangıcını 1789 olarak kabul etmektedir.
Bendeniz de, 1789’dan sonraki siyasi iktidarların tutum ve davranışlarını incelediğimde, aynı sonuçlarla karşılaşıyorum.
Jak London;” İKİ ŞEHRİN ÖYKÜSÜ”, adlı eserinde; İngiltere’yi ve Fransa’yı çok iyi irdelemiş.
Bu kitabı okuyalı, elli yıl olmuş! Nereden mi biliyorum; bir kitabı okumaya başladığımı ve o kitabı okuyup bitirdiğimi kitabın başına ve dahi sonuna not ederim!
Londra’da adalet, tabanları ot döşeli, OLT BELY Mahkemelerinde tecelli ederken; Paris’te, asaletlilerin dokunmazlığı ve parayla tecelli etmekteymiş!
Onun için; İngiltere’de düzen ve esenlik, Fransa’da anarşi ve ihtilaller vardı!
1789 sonrası, Paris’te sanatını icra eden, 70,000 fahişeden birisi; kendisine ne iş yaptığını soran devrim yargıcına.
“SİZ, GIYOTİNLE GEÇİMİNİZİ SAĞLIYORSUNUZ, BEN DE ŞEYİMLE!”, YANITINI VERMİŞTİR.
Benim arşivimde imzası bulunan Paris’teki Devrim Mahkemesi’nin Ünlü Savcısı FOUQUİER, önüne getirilen sanıkları, Giyotin’e göndermekle ününe ün katmıştı!
Bir gün; bir dosyayı, hemen hazırlamadığı için, Giyotin boş kalmasın diye! Zavallı tutanak yazmanını, derdest ölüm cezasına çarptırıp, Giyotine yollamıştı.
Giyotin’in boş kaldığı bir günde, iktidarı eline geçiren birisi, bu ünlü Devrim SAVCISI FOUQUİER’İ Giyotin’e göndererek, idam cezası bekleyen sanıkların hayır ve duasını almıştı.
Robespierr’in hiç durmadan çalışan giyotinleri; kardeşiyle birlikte, yediği tabanca kurşunlarıyla ölmediklerinden bu seferde; Giyotin onlar için çalışmıştı.
1789’dan sonra, Savcılar, Yargıçlar ve MAHKEMELER, iktidarın emrinde olduğundan, iktidarların suçlu diye yolladıklarını Giyotin’e yollamak için çalışmışlardı.
Aptal ve AVUSTURYALI KARININ KOCASI! 16’ıncı Lüvi de Giyotine yolcu edilmiş, bir Giyotin darbesiyle kopmayan boynu da, ikinci bir Giyotin darbesiyle kopartılabilmişti.
Kraliçe Mari Antuvanet te, Anasının Avusturya İmparatoriçesi olmasına bakılmaksızın, Giyotine gönderilmişti.
Sonunda da; Korsikalı küçük Onbaşı, Fransa’nın İmparatoru olmuştu!
30 Ekim 1918 tarihinde, Mondros ateşkesi ile Osmanlı imparatorluğu yenilgiyi kabul ederek, yenenlerin insafına sığınmıştı.
İktidarda bulunan, İkinci Abdülhamit’in eniştesi ve Hürriyet ve dahi İtilaf Fırkasından Damat Ferit Paşa; İngilizlere yaranma numaralarını sergilemeye başlamıştı.
08 Mart 1919 tarihli bir kararname ile kurdurduğu DİVAN-HARBİ ÖRFİ’SİNİN BAŞINA-sonradan-Süleymaniyeli Kürt Nemrut Mustafa Paşa’yı getirmişti.
Nemrut Mustafa Paşa diye ünlenen Başkanın emrindeki bu ÖRFİ İDARE MAHKEMESİNİN GÖREVİ, İTTİHATCILARI YARGILAMAKTI!
Onları cezalandırarak, İngilizlere yaranmak amaçlanmıştı.
1-Ermeni sürgünü sırasında; görevini kötüye kullanarak, Ermenilere zarar verdiği iddiası ile yargılanan Boğazlayan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıfı MEHMET KEMAL BEY, idam cezasına çarptırılarak, 08 Nisan 1919 tarihinde, Beyazıt meydanında, Harbiye Nezareti’nin önünde asılarak, idam edilmiştir. DARAĞACI ALTINDA, MASUM OLDUĞUNU ANLATIRKEN, BİR VATAN HAİNİ YÜKSEK DERECELİ HÜKÜMET MENSUBU; ”Susturun şu köpeği,” diyerek, CELLÂTLARA EMİR VERMİŞTİR!
2-Urfa Valisi Mehmet Nusret Bey de; yalancı Ermeni tanıkların düzmece ifadeleriyle, önceki yargılanmasından aklandığı ERMENİLERE KÖTÜ MUAMELE ETMEK SUÇUNDAN, bu Nemrut Kürt Mustafa Divan Harbi tarafından idam cezasına çarptırılarak, asılmıştır.
3-Kuvayı Milleyenin en gözü pek adamlarından birisi olan DRAMALI RIZA DA; Damat Ferit Paşa’ya suikast etmek düşüncesine tam teşebbüs suçundan! 12 Haziran 1920 tarihinde; Kürt Nemrut Mustafa Divanı harbinin verdiği ölün cezası, GALATA KÖPRÜSÜNDE İNFAZ EDİLMİŞTİR.
4-İstanbul’da, üç adet Örfi idare mahkemesi varken; Nemrut Kürt Mustafa Örfi İdare Mahkemesine sevk edilen Mustafa Kemal Paşa ve altı dava arkadaşı, gıyaben ölüm cezasına çarptırılmışlardır.
MUSTAFA KEMAL’İ ANADOLU’YA VAHDETTİN GÖNDERDİ DİYENLERE İTHAF OLUNUR: VATAN HAİNİ SULTAN VAHDETTİN, 11 MYIS 1920 TARİHİNDE BU ÖLÜM CEZASI KARARINI ONAYLAMIŞTIR!
5-Nemrut Kürt Mustafa Örfi İdare Mahkemesi; ilk önce; 02 Kasım 1918 tarihinde; bir Alman denizaltısı ile ülkemizi TERK EDEN TALAT PAŞA, ENVER PAŞA VE CEMAL PAŞA’YI, GIYAPLARINDA, İDAMA MAHKÛM ETMİŞTİR!
6-İSLAM DİNİ ADINA, ÖLÜM CEZASI GEREKTİĞİNE DAİR FETVALARI, BAB’I MEŞİHAT, ŞEYHÜLİSLAMLIK VERMİŞTİR. BÖYLECE, İKTİDARLARIN EMRİNE:
1-DEVLETİN HÂKİM VE SAVCILARI,
2-DEVLETİN YARGIÇLARI,
3-DEVLETİN MAHKEMELERİ,
4-DEVLETİN TÜM GÜÇLERİ,
5-DİN ADINA DİN ADAMLARI DA DÂHİL OLMUŞTUR!
Bu durumda; HAKKI, ADALETİ VE DEVLETİ, YÖRÜNGESİNE OTURTMAK GÖREVİ, MUSTAFA KEMAL’İN ÖNDERLİĞİNDE, HİÇ KABUL EDİLEN TÜRK HALKINA DÜŞMEKTEDİR.
Fransa’da; bir fakirin çocuğunu arabası ile ezerek öldüren Evremendo! Markisi, öldürdüğü çocuğun babasına ödediği para ile olayın kapandığını sanmanın bedelini canını vererek ödemişti. İktidarın da, katil Marki gibi düşündüğünü gören zavallı baba, kendisini hakkını arayan iktidar yerine koymuştu.
Oysa İngiltere’de, tabanı ot döşeli mahkeme salonlarında, hak aranıyordu.
‘Baba filmini anımsayalım: Kızının ırzına geçerek, onu feci şekilde dövenler; Amerikan yargısında beraat etmişlerdi. Durumu; BABA’YA gelip, anlattığında, Baba, adamlarına dönerek:
“-İyice bir dövün, öldürmeyin!”, talimatını vermişti!
Çarlık Rusya’yı, mutlu ve dahi adaletli bir düzen kurmak için deviren Komünist rejimine bir göz atalım.
Demokrasilerde; iktidarı ele geçirmek için seçimler yapılır. Seçimleri kazanan siyasi partiler, yalınız iktidara ve hükümet etmeye sahibolurlar. Nazizim, Faşizm ve komünizm’de.
1-İktidar ele geçirilir,
2-Devlet ele geçirilir,
3-Devletin tüm kurum ve kuruluşları ele geçirilir,
4-polis ve gizli polis ele geçirilir,
5-Silahlı kuvvetler ele geçirilir,
6-Yargı da seçimi kazanan ya da darbeyle iş başına gelen bu siyasi partilerin emirlerindedir.
1925-1928 yıllarında, S.S.C.B.LİĞİ Genelkurmay Başkanlığı görevinde bulunan Mareşal Mihail Nikoleyeviç Tuhçevski-Tukhaçhevski-Almanya’da, hatıra olarak imzalattırılan bir yemek faturasının bedelini, hem kendisine hem de Kızıl orduya çok pahalı bir şekilde ödetmişti.
Nazi Almanyası İstihbarat Başkanı Amiral Kanaris, bu faturayı bir casusluk belgesi şekline sokarak, Stalin’in eline geçmesini sağlamıştı. Beria’nın casusluğu ile de, bu olay birleştirilmiş ve onbinlerce subay, general ve asker tutuklanmıştı.
02 Mar 1938’de, Moskova’da, duruşmalar başlamıştı. Bu mahkemenin savcısı, Andrei Y Y. Vişinski, savcı yardımcısı da Andrei Andreyeviç. Gromiko idi.
3 Mareşal, 13 Orgeneral, 210 general,208 amiral ve 30,000 subay, kurşuna dizildi.
VİŞİNSKİ, uzun yıllar. S.C.B.LİĞİNİN DIŞ İŞLERİ BAKANI OLDU. Gromiko da, 30 sene Maliye Bakanlığı yaptıktan sonra, Dış İşleri bakanı olarak ta çalıştı.
Viyeçeslav Mikhayleviç Molotof! Yahu ben, siyasi tarih mi yazıyorum!
Benito Mussolini, İtalya kralı Victor Emanuel’in isteği üzerine tutuklanarak, Kuzey İtalya’da bulunan bir dağ oteline hapsedildi.
Adolf Hitlerin gözde Komando yüzbaşısı Otto SKORZENY tarafından, bir baskınla kurtarılan Benito Mussolini; kuzey İtalya’da faşist bir hükümet kurdu. İlk iş olarak ta, dış işleri bakanlığını yapmış olan ve damadı bulunan Kont Ciano ve Mareşal Bodoglio dâhil, 9 arkadaşını kurşuna dizdirmek oldu.
Bu kararı emrinde bulunan mahkemeden almıştı.
Ülkeler değişik, liderler değişik, uygulanan yöntem ise hep aynı. Bu işi fazla uzatmayalım. Osmanlı tarihinde, yaşanmış bir olayı yazarak, yazımıza noktayı koyalım.
Köprülü Fazıl Ahmet Paşa; Sadrazamdır ve Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa’nın da oğludur. Bir kabine toplantısında; devrin Şeyhülislamı;
“Babanız, Merhum Mehmet Paşa, çok canlar yaktı,” der. Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmet Paşa:
“Benim babam, kimi öldürttüyse, sizin fetvanızla öldürttü!” der.
Şeyhülislam:
“Korkumdan ölüm fetvalarını verdim,” deyince:
“Siz, dinden çıktıktan sonra, babamın adam öldürtmesi sorulur mu?” der.
Bu gibi uşaklıklar, hep korkudan yapılmaz. Günümüzde, çıkar konusu en başta gelen etkendir.

21. TÜM İNSANLARI KUCAKLAMAK

OSMAN TÜRKOĞUZ.
Çeşmealtı,
18 Eylül 2008



TÜM İNSANLARI KUCAKLAMAK.

BİR DİNİ, BİR ULUSU, BİR GRUBU VE TÜM
İNSANLIĞI KUCAKLAMAK.

“Ulusal kurtuluş Savaşını yapan Türkiye halkına, Türk Ulusu denir.”
“Ne mutlu Türküm diyene.”
“Yurt’ta Sulh, Cihan’da Sulh.”
Mustafa Kemal ATATÜRK

Mustafa Kemal’in ölümünden dört gün sonra; 13 Kasım.1938’de, Rahmetli Muhittin BİRGÜN, Son Posta gazetesinde, ilginç bir makale yayımladı:

“Dördüncü Gün.”
“ATATÜRK VE DÜNYA.”
“Gözle görülmedikçe inanılmayacak bir şey: Beyoğlu, matem içinde. Beyoğlu cemiyetinin, akşamları en mühim eğlencesini oluşturan poker, briç ve bezik oyunlarına kimsenin el sürdüğü yok. Sokaklar tenha ve sessiz. Beyoğlu, somurtkan, kederli, dalgın. Demek oluyor ki, Beyoğlu Atatürk’ü seviyordu. Ermeni, Rum, Yahudi, yerli, yabancı; bütün o Türk olmayan Beyoğlu, şimdiye kadar bütün tarihinde, Türklüğün derdine de, sevincine de ilgisiz kalan kozmopolit âlem, Atatürk’ün matemini tutuyor. Hâlbuki bu âlem, bundan yirmi sene önce, Müttefiklerin İstanbul’a girişini ne kadar candan alkışlamış; Atatürk’ün Anadolu’da uyandırdığı harekete ne kadar kötü gözle bakmıştı!
Aynı Beyoğlu, aynı kozmopolit âlem, yirmi sene sonra bu Türk Kahramanının arkasından gözyaşı döküyor!
İşte; Atatürk’ün yaptığı ve bizim şimdiye kadar farkına varamadığımız bir devrim olayı budur. Eğer, Beyoğlu’nun manzarasını kendi gözümle görmesem bu hale inanmazdım. Gördüm ve anladım ki, Atatürk bu sahada da büyük bir devrim yapmıştır.
Beyoğlu, asırlardan beri Türk dünyası içinde yaşamış ve buna rağmen kendisini Türklüğün hayatına tam bağlamaya bir türlü razı olmamış bir âlem olmakla beraber küçük ve bizim yanımızda, yirmi seneden beri, yirmi seneden beri bizimle birlikte aynı milli havayı huzur ve sükûn içinde teneffüs etmiş bir muhittir. Hâlbuki bugün sade Beyoğlu ve Türkiye değil, bütün dünya Atatürk’ün ölümü karşısında matem tutuyor. Hem de resmi bir matem değil, samimi bir matem…
Hâlbuki Türkiye’nin büyük matemine iştirak eden bu dünya’nın hiç olmazsa yarısı, vaktiyle, Atatürk’ten önce Türkiye’yi taksime heves etmiş, öldürüldüğü zannedilen Türk Vatanının geniş servet hazineleri karşısında ağızları sulanmış milletlerden oluşmaktadır.
Gene bu âlem değil miydi; başını çevirip, bize bakmaya bile tenezzül etmeyen?
Demek oluyor ki, Atatürk kendisini sade bize, Türk halkına değil, bütün dünyaya sevdirmişti. Bu dünya isterse Türk’ün dostu olmasın, hatta isterse Türk’ün düşmanı olsun, Atatürk’ü sevdi ve onumla birlikte Türk milletine karşı hürmet duydu. ”Türk” denildiği zaman başını çevirip bakmaya tenezzül etmeyen bu dünya, bugün, Türk’ü yüksek bir insan numunesi olarak tanıyor. ”Gür yayınları, Atatürk’ten sonra Atatürk, s.64.”
Vatan Gazetesi, “Atatürk’ün Anlatımıyla Ulusal Kurtuluş Savaşı,” adlı, ört ciltlik bir kitabı kuponla dağıttı. Kitabın birinci cildi, ”İşgâl Yılları”, başlığıyla yayımlandı. Birinci cildin kapağında; Selanik’ten İstanbul’daki Fransız işgâl ordusu komutanlığına atanan Fransız Mareşal’i Franchet D’esperey’in karşılama töreninin fotoğrafı vardı.
Burada bulunan bir Osmanlı subayının üzüntülü yüz ifadesi unutulur gibi değildir. Bu Aptal Mareşal’i İngiliz işgâl kuvvetleri komutanı Korgeneral Harrington karşılamıştı.
İşte bu Densiz Mareşal Franchet D’Esperey, İstiklal caddesinden, yularını iki Fransız askerinin tuttuğu, gemsiz ve kantarmasız bir beyaz at’ın üzerinde, Yabancıların ve Osmanlı vatandaşı Azınlıkların coşkun alkışları arasından, iki tarafı İngiliz, Fransız, Yunan ve Bizans bayrakları ile donatılmış İstiklal caddesinden geçerek, karargâhına gitmişti.
Bu, bir İngiliz oyunuydu.1866 yılında; Avusturya - Macaristan İmparatorluğunu yenen Prusya Şansölyesi Prens Bismark; komutanlarının tüm ısrarlarına karşın, Prusya ordusunu Viyana’ya sokturmamıştı: ”Alman birliğini kurmam için, bana bir zafer yeter. Avusturyalı Aydınların ve Avusturya halkının düşmanlığını istemem”, diyerek, büyük bir devlet adamı olduğunu göstermiştir.
Azınlıkların ve Yabancıların çılgınlıkları; Türkleri can evinden vurmuştu. Gördüğü manzara karşısında, bu Ebleh Fransız Mareşal’i şişindikçe şişinmişti.
O gün, İstanbul, tam bir yabancı şehri, Beyoğlu ise karmakarışık bir insan güruhunun odaklandığı bir yer olmuştu.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in ölümünden tam dört gün sonra; o elem dolu günlerden tam (18) sene sonra; işgal kuvvetlerine güvenerek her türlü çılgınlığı yapan bu Yabancılara ve Azınlıklara ne olmuştu? Ortada ve görünürlerde; Beyoğlu sakinlerini sindirecek ne bir askeri güç, ne bir polis gücü ne de bir tehdit vardı. Bu insanları bu denli sessizliğe ve üzüntüye gömen ne idi? Bu ruhsal ve eylemsel değişikliği kim ve nasıl sağlamıştı?
Yukarıda anlattığım iki olayın fotoğraflarını önünüze koyarak düşünmelisiniz. Bu önerim, düşünmesini bilenleredir. Arap bülbüllerine ve yabancı uşaklarına değildir. Salaklara, Solaklara ve dahi Malaklara sözüm yoktur.
Mareşal Gazi Mustafa kemal’in Ankara’da yapılan cenaze töreni çok görkemli olmuştu.
Avrupa devletleri askeri güç gösterisine girişmişlerdi. İngilizler, Çanakkale Muharebelerinde, bir Türk topçu mermiyle bir ayağını yitiren yaşlı bir Mareşal olan Mareşal Birwood’u temsilci olarak göndermişlerdi. Sağlam ayağındaki ayakkabısının içine Gelibolu toprağı koyan Mareşal Birwood, cenaze törenini ayakta ve dimdik izlemişti.
Türk ulusunun dostunu ve düşmanını bu denli büyüleyen şey ne idi? Gerçekleri gören gözler ve tarihin akışını irdeleyen beyinler için bunun bir tek yanıtı vardır.
Bendeniz, bu yazımla bu yanıtı açıklamaya çalışacağım.
Önce, diğer ulusların tarihlerinden kesitler vermek istiyorum. İlk sırayı Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in Çağdaşı olan devlet adamları, daha doğru bir ifade ile politikacılara vermek istiyorum. 350 şehir devletinden oluşan Almanya, (1618-1648) yılları arasında süre ve Avrupa’yı kasıp, kavuran, Otuz Sene Savaşlarından, Yedi Sene Savaşlarından ve Napolyon istilalarından harap olmuştu. Mezhep savaşları nedeniyle de, çok Alman öldürülmüştü.

XV111’inci yüzyılda yıldızı parlayan Prusya; 1864’te Danimarka’yı, 1866’da Avusturya-Macaristan imparatorluğunu, 1870-1871 yılında da Fransa’yı yenerek Alman birliğini kurmuştu.
Prusya, kendi örf ve adetlerinden yararlanarak, Medeni Kanunu’nu, Ceza Kanunu’nu, Ceza yargılama Usulü Kanunu’nu ve diğer kanunlarını meydana getirmişti. Ortak olarak işletilen Alman dili, Alman edebiyatını yaratmıştır. Özgün bir müziği ve evrensel boyutlarda güzel sanatları ortaya konulmuştur.
Bunlar ve özellikle Alman dili, Alman birliğinin meydana getirilmesine en büyük katkıyı sağlamıştır.
X1X ‘uncu yüzyıldaki sanayi devrimi, Almanya’yı süper güç haline getirmiştir. Alman birliğinin iki Büyük mimarı vardır. Birisi Prusya Şansölyesi Prens Bismark, diğeri de Mareşal J.Bernhart Helmut Von Moltke’dir.
Alman İmparatoru –Aptal- ikinci Wilhelm’in beceriksizliği, Almanya’yı, sonu yenilgi ve sosyal karmaşa ile biten Birinci Dünya Savaşına itmiştir.
Savaş tazminatı sosyal yıkıntıyı meydana getirmiş, Weimar Cumhuriyeti de bir yarar sağlayamamıştır.
Bu karmaşada, Onbaşı Adolf Hitler’in kurmuş olduğu Nasyonal Sosyalist Partisi iktidarı ele geçirdi. (3-19). Hitler olayı, TOPLUMSAL ŞİZOFRENİ’NİN EN GÜZEL ÖRNEKLERİNDEN BİRİSİDİR.
Onbaşı Adolf Hitler, ezici bir parlamento çoğunluğu sağlayınca; İşçi sendikalarını, Alman Silahlı Kuvvetlerini ve Alman polis teşkilatını ekarte ederek, kendi Polis Teşkilatını, GESTAPO’YU kurdu. Almanya’nın tüm kurum ve kuruluşlarını, ÖZELLİKLE DEALMAN ADALET MEKANİZMASINI NAZİ PARTİSİ’NİN EMİR VE DENETİMİNE SOKTU.
S:A: Örgütü başkanı Yüzbaşı RÖHM’Ü, yatağındaki şoförü ile birlikte öldürerek, (400.000) kişilik S.A. Mensubunu da, kendisine ait S.S’.LERE kattı. Yahudilere ait iş yerleri kundaklandı. ”Uzun Bıçaklar gecesinde”, yakılan kitapların alevleriyle, Alman şehirlerinin gökyüzü kızıllıklara büründü. Yahudi asıllı bilginler, Almanya dışına kaçtılar. İstanbul ve Ankara Üniversitelerinde yapılan reformlar, Türkiye’ye gelen Alman bilginlerinin yardımlarıyla gerçekleştirildi. Türk Ticaret Hukukunu Profesör Dr. HİRŞ yazdı.
Onbaşı Adolf Hitler, “İNSAN HARALARI” KURARAK, SAF-Arî- Alman ırkı yaratma deneylerine girişti.
NAZİ PARTİSİNE, SS’LERE, GESTAPO’YA, TEK TARAFLI BASINA VE NAZİLERİN EMRİNDEKİ ALMAN ADALETİNE GÜVENEREK, dünya’ya savaş açtı. (6.000.000) Yahudi’yi, gaz odalarında öldürttü. 20Temmuz.1944 yılında girişilen bir suikast teşebbüsü nedeniyle, birçok mareşal’i, subayı ve (5000) kişiyi boğarak öldürttü. Ünlü Felt Mareşal Erwink Rommel’i zehir içmeye zorlayarak öldürtüp, cenazesini de devlet töreni ile kaldırttı.
Sonunda, Almanya yenilerek, A.B.D.’LERİ, İngiltere, Fransa ve S:S:C: Birliği arasında paylaşıldı.
Hitler ve biraz önce nikâhlandığı eşi Eva Braun, 30.Nisan. 1945’te, Berlindeki sığınaklarında intihar ettiler. Propaganda Bakanı Dr. Göbels te, eşi ve (6) erkek çocuğu ile birlikte, aynı sığınakta intihar etti.
İkiye ayrılan Almanya’nın ortasına çekilmiş olan Berlin Duvarı, 1989’da yıkıldı. Batı Alman Cumhuriyet, S.S.C.Birliğine (7.000.000.000) Mark ödeyerek, Sovyet işgalini kaldırttı. Diğer Alman savaş suçluları da, Uluslar arası bir mahkemede yargılanarak asıldılar.
Emekli Yüzbaşılıktan Hava Mareşalliğine atlayan Göring ‘de intihar etti. (60.000.000.) insanın ölümüne ve trilyonlarca dolar maddi kayba neden olan İkinci Dünya Savaşı da böylece, yerini çıkar savaşlarına bırakarak kapanmış oldu.
İtalya, Garibaldi’nin gayreti, Piyemento Krallığının Akıllı Politikacısı Başbakan Kont Kavur ve dahi Aptal Üçüncü Napolyon’un yardımıyla, 1870’lere, ulusal birliğini kurmuştur.
İtalya, sömürge savaşlarında geç kaldığı için, 1911’de, Trablusgarp’e ve Bingazi’ye saldırdı.
1912 yılında yapılan Uşi anlaşmasıyla da, Trablusgarp’ı, Bingazi’yi ve oniki adaları kendi topraklarına kattı.
Birinci Dünya Savaşından yağma payını alamadığı için de; Anadolu’nun çeşitli yerlerinden pay almağa kalkıştı.
Yunanlıların gözetilmesine sinirlenerek ve Anadolu başkaldırısının hışmına uğramamak için Anadolu’da bulunduğu yerleri, EFENDİ! EFENDİ! Boşalttı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda, sosyal karmaşaya uğrayarak bir hayli çalkantılı bir politika içersinde bocaladıktan sonra; İlkokul Öğretmeni Benito Mussolini, ünlü Roma yürüyüşü ve güçlü çenesi sayesinde, politika dünyasında ön sıralara çıktı. Faşist Partisini kurarak ve dahi politik hasımlarını öldürterek, Onbaşı Adolf Hitlerin yoluna girmiştir.
Kara gömleklileri İtalya’nın tek söz sahibi yaptı. Sanayiyi güçlendirdi, ilkokul öğrencilerini bile asker eğitimine soktu. Antalya’ya saldırmak için hazırlık yaptı, Türklerden korktuğu için, Habeşistan’a saldırdı. Habeş savunmasını bir Türk Paşası, Vehip Paşa üstlenmiştir. Bu Vehip Paşa, Çanakkale’de, Mustafa Kemal’in kolordu Komutanı Esat Paşa’nın kardeşiydi.
İtalyanlar, Habeş savunmasını kıramayınca, tarihte ilk defa, İPERİT GAZI KULLANMIŞLARDIR.
İkinci Dünya Savaşında; Almanya’nın askeri gücüne güvenerek, Almanya safında savaşa girdi. Arnavutluk’u işgal ederek Yunanistan’a saldırdı. İtalyan ordusu, Yunan ordusu karşısında kepaze olunca, devreye Almanya girdi. Benito Mussolini, boyuna ve dahi postuna bakmadan, Fransa’dan toprak isteğinin kabul edilmemesi üzerine; İtalyan delegesi, fiyakalı bir ses tonu ile: ”O zaman, ordularımız Fransız sınırını geçerler,” tehdidini savurunca, Hınzır Fransız delegesi, ayağa kalkarak:
“-Bu mümkün değildir Ekselans; çünkü sınırlarımızda gümrükçülerimiz vardır!” Demiştir.
Müttefikler, Sicilya’ya çıktıklarında, İtalya Kıralı Üçüncü Viktor Emanuel, Benito Mussolini’yi tutuklatıp, Kuzey İtalya’da bulunan bir otele hapsettirmiştir. Ünlü Von Papen’in Damadı, kendisi kadar ünlü Yüzbaşı Otta Skorzeni, bir komando baskını ile Benito Mussolini’yi kurtarıp, Berlin’e götürmüştür.
Onbaşı Adolf Hitlerin yardım ve desteğiyle, Kuzey İtalya’da Faşist bir hükümet kuran Benito Mussolini, Damadı Kont Ciano’yu, Mareşal Bodoglio’yu ve bir sürü muhalifini kurşuna dizdirmiştir.
Almanlar da, tüm İtalya’yı işgal etmişlerdir. Müttefik orduları İtalya’da ilerlemeye başlayınca; Alman askeri üniformasıyla, İtalyan askerleri arasında kaçmaya kalkan Benito Mussolini, İtalyan komünist militanlarınca yakalanarak, Milano’da, Metresi Klara Pettaçi ile birlikte, kurşuna dizilerek, bacaklarından tepesi aşağıya asılmışlardır.
Benito Mussolini, muhaliflerini öldürtmüş, Kara gömleklileri Faşist militanlarına, Almanlara ve bir sürü şakşakçısına yaslanmıştı. Hukuk düzenini de bu mantıkla kurmuştu. Şan ve şöhret sahibi olarak, ününün doruğundayken; Yugoslav Kralını Marsilya’da öldürtmüştü. ”Duce! Duce”, diye meydanları inleten İtalyan halkı, bu sefer de ölümünü çılgınca alkışlamıştı. Başı göklerde gezinen VE O’NU GÖKLERE ÇIKARANLAR, BU SEFERDE TABANLARINI GÖKLERE ÇIKARMIŞLARDI.
İtalya, ulusal birliğini çok geç kurmasına karşın; dili, müziği, resim sanatı, heykeltıraşlığı ve operası ile ön sıralara gelip oturmuştu. Köklü bir imparatorluğun mirasına ve köklü bir hukuka da sahipti.
İstanbul’un Türkler tarafından işgâli üzerine, İtalya’ya kaçan Bizanslı Bilginler; RÖNESANSIN İTALYA’DA DOĞUMUNU SAĞLAMIŞLARDI.
Komünistler ve bizim Tatlı Su Solcuları, ESKİ S.S.C.BİRLİĞİ DIŞINDKİ DEVLETLERİ FAŞİSTLİKLE SUÇLARLARDI. Aslına bakarsanız, Kominizim, Nazizim ve Faşizm aynı karakterde olan üç kardeş sistemlerdir.
Siyasi partiler, iktidarı almak için mücadele ederler. Bir ülkenin siyasi partileri, o ülkenin anayasasına ve siyasi partiler yasasına göre kurulur ve işlevini bu yasaların güvencesi altında sürdürür.
Silahlı kuvvetler, Polis, Adalet mekanizması, İstihbarat, devletin işlevinin yürütülmesini kurum ve kuruluşlar, devlete ait birimlerdir. Bu kurum ve kuruluşlar, anayasa ve yasaları çerçevesinde görevlerini yerine getirirler.
Siyasi partiler, anayasa’ya ve yasalara dayanarak iktidarı elde ettiklerinde, kendilerinin varoluşunu sağlayan sistemi kökünden değiştirmek hakkını nereden bulurlar?
Siyasi partiler, uygulayacaklarını söyledikleri plan ve programlarına göre, halktan oy alırlar. % de bilmem kaç oy almak, bir siyasi partiye vaat etmediği sistem değiştirme hakkını veremez.
Demokrasi trenine binenler, çıkmaz demiryolu sapağına saparak, demokrasi treninden inemezler. İnmeye kalkarlarsa sonunu da hesaba katmak zorundadırlar. Demokrasi treninin durakları bellidir. Her isteyeni, her istediği yerde trenden indirmezler.
Sistem meşru müdafaa hakkını kullanarak, bu gibilere hadlerini bildirmekten aciz değildir.
Yukarıda sıraladığım bu üç siyasi parti, iktidar olunca DEVLET’İ ELEGEÇİRİRLER. Her şey, iktidarı alan siyasi partinin malı olur. Tüm devlet kurum ve kuruluşları, iktidar partisine hizmet eder. İktidar partisi dışındakilerin yaşama hakları bile garanti altında değildir. Tüm sosyal haklar ve yaşama hakkı, iktidar partisinin kararına göre düzenlenir.
Çarlık Rusya, Deli Petro’dan sonra gittikçe büyümüş, güçlenmiş ve genişlemiştir. 1774’ten sonra, Karadeniz’e açılmış Doğu’da ve Kuzey’de, büyük denizlere çıkmıştır. Bolşoy tiyatrosu, 1773’te kurulmuş, edebiyat ve müzik gelişmiş, ünlü yazarlar, Rus Edebiyatını Batı edebiyatı seviyesine çıkarmışlardır.
Çarlık Rusya; soylular, toprak sahipleri, din adamları ve askerler üzerine kurulmuştu. Köylülerin ve işçilerin, Rus yönetiminde yerleri yok gibiydi. X1X’uncu yüzyılda; sanayideki kıpırtı, Rus işçi sınıfını yaratmış; umutsuz ve mutsuz Rus Aydınları bu sınıfa önayak olmuştur. Asilzadeler, genellikle asker ve toprak sahibidirler. Köylüler, hak ve hukuku olmayan toprak işçileridirler. Çarlık Rusya’da orta sınıf yoktur. Okuryazar oranı arttıkça, Aydınlar örgütlü hale gelmişlerdir.
1905, Rus-Japon savaşında, Japonlara feci bir şekilde yenilen Rusya’nın donanması da yok edilmişti. İlk ayaklanma, Katerina’nın sevgilisi ve Kırım Fatihi General Prens Potemkin’in adını taşıyan savaş gemisinde patlak vermiştir. Ohrana Ajanı Papaz Gabon’un Çar İkinci Nikola’ya dilekçe vermek için götürdüğü kalabalığın üstüne Çarın Muhafız Alayının ateş açması, sosyal patlamayı hızlandırmıştır.
Çarlık Rusya; sosyal çalkantıyı yatıştırmak için, Sırbistan’ın yanında, Birinci Dünya Savaşına girmiştir. Mareşal Hindenburg ve Kurmay Başkanı General Lüdendorf, Fransız asıllı General Fransuva’nın savaş planını uygulayarak, Tannenberk’te, iki Rus Ordusunu imha etmişlerdir.
Bu yenilgiler ve Batılı müttefiklerin Çanakkale Boğazını aşarak Rusya’nın yardımına gelememeleri, Rusya’yı iç savaşa itmiştir.
Çarlığı bırakan İkinci Nikola; karısı, üç kızı ve bir oğlu ile komünist militanlarca kurşuna dizilerek öldürülmüştür.
Leon Troçki’nin kurmuş olduğu Kızıl ordu, beş sene süren iç savaştan zaferle çıkmıştır.
Lenin; 1924 senesinde, Frengiden ölmüştür. Komünist Partisi sekreterliğine gelen Jozef Stalin, önceden tasfiye ettiği Leon Troçki’yi, Meksiko Sitideki, kale gibi evinde öldürtmüştür.
Jozef Stalin, (1198) arkadaşından (1130)’unu öldürtmüş; 1937 temizliğinde de, 3 Mareşal, 13 orgeneral, 210 general, 208 amiral ve (30.000) subay kurşuna dizilmiştir.
1932 senesindeki tarımın Sovkoz ve Kolhoz’lara taşınması olaylarında da, (8.000.000) köylü, açlıktan ölmüştür. Gizli Polis ÇEKA, ad değiştirerek MVD VE NKVD olmuştur. Genelkurmay haber alma örgütü GRU’DAN başka, Kızılordu içersinde, “Casuslara ÖLÜM ”SMERKS adlı bir örgüt kurulmuştur.
Hürriyeti seçtim, 1949 basımı(4-18).Paul Carell, Barbaros’sa Harekâtı, üç cilt. (5).
Sözde işçi cenneti yaratmak için yola çıkan komünist hareketi, işçileri öteki âlemdeki cennet’e göndererek, vermiş olduğu sözü yerine getirmiştir.
Papaz okulu kaçkını Jozef Stalin. Gizli polise, Polibüro’ya, Kızılordu’ya, Komünist partisi’ne kayıtlı olanlara ve GULAG TAKIMADALARINA KUCAK AÇMIŞTIR.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, SSC.’LER BİRLİĞİNİ, DEMİRPERDE GERİSİNE HAPSETMİŞTİR.
Öldürülemeyen mutsuzlar ve yazarlar akıl hastanelerine doldurulmuştur. Resmi dil Rusça olmuş; Gürcü asıllı Jozef Stalin: ”RUS KÜLTÜRÜ ÜZERİNE, DEVLETİ YENİDEN KURACAĞIZ”, direktifini vermiştir.
Sovyetler birliğinde bulunan (111) millet, dilleri, dinleri ve gelenekleri göz ardı edilerek, halklaştırılmışlardır. Kilit görevlerde ve yönetim kadrolarında, hep Ruslar vardır. Türk soyundan olanlar pasif görevlere getirilmiştir. Jozef Stalin’den sonrada, bu yöntem sürdürülmüştür.
Anayasaları gereği, mülkiyet ve miras hakkı yoktur. Sonraları, Miras hakkı verilmiş; her aileye de (200) metre kare toprağın kullanılma hakkı verilmiştir. Bu, Sovyetlerin işlenebilir topraklarının %4’ünü oluşturmuştur. Buralardan elde edilen sebze, meyve, tavuk ve yumurta, %96 oranındaki Sovkoz ve Kolhozlardan elde edilenlerden fazlaydı.
Tanrı tanımazlık resmi ideoloji olmuş; Hıristiyanların, Müslümanların ve Yahudilerin dini ibadetleri de yasaklanmıştır.
Gorbaçov’un getirdiği yeniden yapılanma politikası üzerine Lenin’in ve Stalin’in heykelleri yıkılmıştır. Daha, Nikita Kuruçef zamanında, Stalin’in zulmü lanetlenmiş, haksız yere öldürülenlerin ve hüküm giyenlerin itibarları, bin türlü özürle birlikte, iade edilmiştir.
Katledilen Rus Çarı İkinci Nikola’nın ve ailesinin kemikleri bulunarak, Petersburg’da, dini ve devlet töreniyle toprağa verilmiştir. Bir grubu kucaklayan yöneticilere halk kucak açmamıştır.
İkinci Ramses’in muhafız alay komutanı, yeğeni ve AMON-RA rahibi olan Hz. Musa; Yahudi kavmini kucaklamış, diğer kavimleri de Yahudi kavminin kölesi saymıştır.
Bir zafer dönüşü, sayısız esirlerle ve sayısız ganimetlerle dönen İsrail ordusunu karşılamış, BAKİRE OLMAYAN ESİR KADINLARIN HEMEN ÖLDÜRÜLMELERİNİ EMRETMİŞ, EMİR HEMEN YERİNE GETİRİLMİŞTİR Hz. Musa, böylece sayısız kadın besleme külfetinden İsrail’i kurtarmıştır. Yahudi olmayanların kemiklerinin taşla kırılmasında da hiçbir sakınca görülmemiştir.
Hz.İsa, Yahudi olmasına rağmen, Tevrat’ın ve Kabala’nın katılığından uzaklaşmış, bireylerin kurtuluşu yolunda verdiği mücadele sonunda öldürülmüştür.
Mekke dönemi ayetleri ve sureleri incelendiğinde; Hz. Muhammed’in, bireylerin terbiyesi ve kurtuluşları yönünde mesajlar aldığı görülür.
Medine döneminde; Beni Nadir ve beni Luka Yahudi Kavimlerinin Medine’den sürülüşü ve Beni Kureyza Yahudi kavminin ergin erkeklerinin boyunları vurularak topluca çukurlara gömülmesi, hep Hz. Muhammed’in kararları ve yaş kontrolü ile olmuştur.
Hayber Yahudi kavminin uğradığı felakette ortadadır.
Hadis kitaplarına geçen çok ilginç hadisler de vardır. ”Baban bile olsa, TÜRK’Ü ÖLDÜR.” ”Cennette Arapça konuşulduğundan ve benimde Arapça konuşmam nedeniyle TÜM MÜSLÜMANLAR ARAPÇA KONUŞMAK ZORUNDADIRLAR.” ”TÜM DÜNYADAKİ MÜSLÜMANLARI, Kureyşli Arap Müslümanlar yöneteceği gibi; Müslüman olmayanları da Müslüman olmayan Kureyşliler yönetecektir.” Buhari, Menakıp1;Müslim imaret2,(1818)den aktaran Dr. İbrahim Candan c.6. s.405(10)
“İnsanlar bu işte Kureyş’e tâbidirler, Müslümanları Müslüman olanlarına; kâfirleri kâfir olanlarına tabidirler.” Şakir Keçeli, Şeriat Nedir, s.228. Mekke döneminde düzenlenen 42’inciŞÛAR’A Suresinin 7’inci ayeti:”Ve işte böyle Sana-Hz.Muhammed’e- Arabî bir Kur’an vahyetmekteyiz ki Umm’ul Kura’yı ( Mekke Şehrini) ve çevresindekileri sakındırasın ve o toplama gününün dehşetini haber veresin… ”-Bu Kur’an, şehirlerin anası olan Mekke ve civarında oturanları uyarmak için indirilmiştir.- diyordu.
. Sonradan inen ayetlerde de: 12’inci Yusuf Suresi, 2-3;14’üncü İbrahim Suresi, 37’inci, 16’ıncı En-Nahl-Hurma- Suresi, 03’üncü; 20’inci Taha Suresi, 113’üncü; 39’uncu Zümer Suresinin 28’inci ayetiyle daha 3 ayette,” anlayasınız diye, bu Kur’an Arapça olarak indirilmiştir”, diyordu.
İslam’ın ilk kucaklaması, Arap kavmine ve Kureyş’e idi.
Sayın Profesör Dr. Yaşar Nuri Öztürk, 02 Ağustos 2001 tarihinde, Star gazetesinde, “İslamiyet ve Urübe” başlıklı çok ilginç bir makale yayımlamıştır. ”Yıllardır hep söyledik. İslam olanla, Arabî olanı birbirinden ayırmadıkça, İslam’ın bir Arap dini olmadığını insanlığa kabul ettiremezsiniz.” demişti.
Biz Türkler, Müslüman olalım derken, Arabın yağmaya dayalı baskın gazalarını Çanakkale Muharebelerine eşdeğer yaparak, Arabın iktidar kavgalarına birde Tanrısallık eklemekten çekinmedik.
İlkel ve Çağdışı Çöl Arabı’na”, KAVMİ NECİBİ ARAP” demekten dinsel bir zevk alır hale getirildik. TÜRKLÜK VE TÜRKÇÜLÜK KIPIRDANMALARINA DA, ”TÜRKÎ BASİDİ”, DEYİP ÇIKTIK.
Hz. Muhammed’in Kureyş’i Haşimoğullarıyle Medinelileri üstün tutması, YALINIZ ON KİŞİYİ- AŞEREYİ MÜBEŞŞEREYİ- SAĞLIKLARINDA CENNETLE MÜJDELEMESİ, Müslümanlığın tüm Arapları kucaklamasına engel olmuştur.
Tüm milletleri Müslüman yapma propagandası altında yürütülen yağmalar ve kırımlar da, İlkel Arabın tüm vahşetini ortaya çıkardığından İslam'ın yayılmasını kılıç zoruna bırakmıştır.
İkinci Halife Hz. Ömer, Irandaki soygunları ve Arabın doymak bilmeyen yağma hırsını görünce: ”Keşke, Iranla aramızda ateşten dağlar olsaydı da bu haller olmasaydı” diyerek dert yanmıştır.
Mukaddime’nin yazarı Ünlü İbni Haldun da: ”Araplar bir sarayda düzgün bir ağaç görmesinler; çadırlarına direk yapmak amacıyla, o direği almak için o sarayı yıkarlar”, diyerek, tarihe not düşmüştür.
Müslümanlık, Arap âlemindeki iktidar kavgalarının asırlarca sürmesini önleyemediği gibi, bu kavgalar nedeniyle kendisi de paramparça olmuştur.
Büyük Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Hulâgu ve Yavuz Sultan Selim, bu iktidar kavgalarına son verebilmiştir.
En sonunda, ihanet, Müslüman Osmanlıya karşı HAÇLA BİRLEŞMEKTEN ÇEKİNMEMİŞTİR.
Baas Partisi ve çeşitli siyasi akımlar, Müslüman Arapları kucaklayamadığı gibi; Saddam Hüseyin’in TİKRİT CUMHURİYETİ DE. BÖLÜNMEYİ DERİNLEŞTİRMEKTEN ÖTE GİDEMEMİŞ HIRİSTİYAN GÜÇLERİN İŞGALİNE ZEMİN HAZIRLAMIŞTIR. Saddam Hüseyin, muhalefetin sesi ve soluğunu kestiği gibi, ŞİİLERİ VE ÖTEKİ AZINLIKLARA DA YAŞAMA VE NEFES ALMA HAKKINI BİLE ÇOK GÖRMESİNİN CEZASINI, ÜLKESİ İLE BİRLİKTE, ÇEKMİŞTİR. Kendisine: ”Halkına güvenmedin mi, gidersin ha!”, diyen de olmadı.
Gelmiş geçmiş kanlı diktatörlerin öykülerinden ders almadığı gibi; Mareşal Gazi Mustafa Kemal’i görmeye ve anlamaya da kültürü, zekâsı ve öngörüsü yetmedi.
Mareşal Gazi Mustafa Kemal’in, Bandırma vapurunu aramak isteyen İşgalci subaylar için söylediği: ”Hep madde’ye ve çeliğe tapan Budalalar; bizim bir Ülkü taşıdığımızı anlayamazlar.”
Profesör Dr. Andrew Mango, sekiz dil bilen, İstanbul doğumlu bir İngiliz Profesörüdür. Atatürk üzerine çok kapsamlı bir kitap yazmıştır. 10Kasım.2006 tarihinde; Harp Akademisinde vermiş olduğu konferansın özetini de, Cumhuriyet gazetesinde yayımlamıştır. Bu yazının kısacık özeti şöyledir: ”Bu yıl, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün doğumunun 125’inci yıldönümünü kutluyoruz. Bir devlet adamını değerlendirdiğimizde, içinde bulunduğu koşulları hesaba katarak, yapmak istedikleri yle yapabildiklerini karşılaştırdıktan sonra, miras olarak bıraktığı yapıtına bakıyoruz. Atatürk doğduğu zaman, tebaası bulunduğu Osmanlı İmparatorluğu açık çözülme ile karşı karşıyaydı. Etrafında büyük devletler ise, sağlam bir kale görünümündeydi. Oysa bugün geriye baktığımızda, görüyoruz ki, Osmanlının “düveli muazzama “dedikleri imparatorluklar da son çağını yaşıyordu. Bir, iki kuşak sonra, onlar da, tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi çözülmeye mahkûmdu.”
ULUS DEVLET VE DEMOKRASİ başlığı altında, çok derin bir görüş ortaya koyuyordu. Büyük devletlerin yerini, ulus devletlerinin aldığını söyledikten sonra: Güvenliğimize yönelen tehditler daha çok, bu üçüncü dünya’nın içinde oluşuyor. Kimisine göre, bu tehditler, bağımsızlıklarını yeni kazanmış olan ülkelerin demokratik rejimine sahip olamamalarından kaynaklanıyor.
Ne var ki, demokrasi, ancak bütünleşmiş, uluslaşmış işlevsel toplumlarda iyi sonuç verir. Aksi halde; serbest seçimler, etnik grup, aşiret, din, mezhep farkını sadece yansıtmakla kalmıyor, bunları tırmandırıyor da.” dedikten sonra: ” Mustafa kemal Atatürk te, bütünleşmemiş, geri kalmış bir toplumun başına geçmişti. Durumu gerçekçi bir gözle gören Mustafa Kemal, seçtiği hedefe ulaşmak için, önceliklerini birer, birer saptadı. Hedef, ”muasır medeniyet seviyesine ulaşıp, üstüne çıkmaktır.”diyordu.
LAİKLİK VE ÇAĞDAŞ TOPLUM başlığı altında. Da, çok önemli sözler söylüyordu: ”Laiklik, hem çağdaş toplum düzeninin, hem de çağdaş bilgi edinmenin vazgeçilmez şartıydı. Dinler muhtelif, uygarlık ise tek ve evrenseldi.
Bilgi, dine göre parçalanamaz ve sınırlandırılamaz. Bilgi ile donatılan toplumun bütünleşmesi için ortak bir dille ifade edilen, ortak bir kültürü geliştirmek şart.” diyor
“Yurtta sulh, cihanda sulh,” “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir”, parolaları boş sözler değildir.” dedikten sonra, Atatürk’ün dehasını yargılıyor.
A.B.Devletleri, demokrasi söylemleriyle nerelere girdiyse, oralarını bölmedi miydi? İşte Kore, işte Vietnam, işte Yugoslavya. Son olarak ta Irak ve Lübnan. Irak’ta ve Lübnan’da işgalden hemen sonra, etnik ve dini gruplar birbirlerine girmedi mi?
Bir ülkede, köklü bir kültüre ve genel kabul’e dayalı bir idari rejim ve ulusal bütünlük varsa, demokrasi mutluluk ve güzel günler getirir. Gerisi ve aksi, o bir ülkeyi parçalayıp, dağıtmaya yönelik taktiklerdir.
Kim ne derse desin; ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI, TÜRKİYE CUMHURİYETİ, ÇAĞDAŞLAŞMA VE DEVRİMLER, GAZİ MUSTAFA KEMAL TARAFINDAN DÜŞÜNÜLÜP, ADIM, ADIM İLERLETİLEREK BAŞARI İLE TAMAMLANMIŞTIR.
Bendeniz, burada uzun bir anlatımla anlatmaya kalkışmayacağım. Onbir sene süren bir savaşın yükünü çeken, Birinci Dünya Savaşından (3.159.200) şehit ve (130.000) yaralı ile yenilmiş ve parçalanmış olarak çıkan, yıkık ve sefil bir ülke. (13.000.000) yaşlı, yorgun, aç ve acılarla sarsılmış, %3’ü okur, yazar bir ülke. Tüm yüksek okul mezunları, Çanakkale’de, Kanal’da, Irak’ta, Galiçya’da, Arabistan’da, Allah’ı Ekber dağlarında ve Ulusal Kurtuluş Savaşında yitirilmiş bir ülke.
Yunan Hayranı İngiliz Başbakanı Lloyd George: ”Türklerin üç yüz senede yetiştirdiği nesilleri, Çanakkale’de yok ettik;” diyebilmiştir.
Limanlar, tren yolları, iç ve dış ticaretimiz tamamen yabancıların ve büyük devletlerin koruması altında olan azınlıkların ellerindeydi.
Fransız Elçisi, yalınız İstanbul’da (75.000) kişiye koruma kartı vererek onlara vergi muafiyeti sağlamıştı.
Tüm ülke genelinde, yabancılara ait okullar ve misyonerler, büyük bir güven ve rahatlık içersinde, faaliyet gösteriyordu.
Sultan İkinci Abdülhamit’in yaptırmış olduğu bir araştırma sonucunda, Osmanlı imparatorluğu sınırları içersinde (384) yabancı okulun varlığı saptanmıştı. Gırtlağına kadar borca ve gericiliğe batırılmış olan ülkemizdeki Müslüman ahali; din bezirgânlarının, tarikat şeyhlerinin, cehaletin, sefaletin ve her türlü hastalığın pençesinde inlemekteydi. Müslümanlar için yol yoktu, okul yoktu, hastane bile yeter sayıda değildi.
İzmir İl merkezinde, (21) gayrimüslim doktora karşılık (3) Müslüman doktor mevcuttu. Zonguldak’ta faaliyet gösteren (216) esnafın sadece ve dahi sadece (1)’isi Müslüman’dı.
Lozan’da, Birinci Dünya Savaşı galipleriyle ringe çık, Osmanlının asırlık hesaplarının altından yüz akı ile çık; sonra da iftiralara uğra. İlkokul öğretmeni Benito Mussolini, asker üniforması içinde, DUCE, Başkomutan! Onbaşı Adolf
Hitler, FÜHRER-BAŞBUĞ-ve dahi, Cermen ırkının aklı, gururu, her şeyi,
Papaz okulu kaçkını Jozef Stalin, Mareşal ve astığı astık, kestiği de kestik BAŞKOMUTAN İDİ.
Kör cehaletle, iç ve dış hainlerle, her türlü tertip ve tuzaklarla savaşacak olan ve DEVRİM YAPMAĞA KARARLI, MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL, ÜNİFORMASINI, ÇİZMESİNİ VE HER TÜRLÜ SİLAH VE ÜNVANLARINI ÇIKARIP ATMIŞ, SİVİL.
Bu hareketi, Kurtuluş Hareketinin örgütlenmesi aşamasında, Erzurum’da da yapmıştı. En yakınlarıyla, aralarında çağlar farkı var. (13.000.000) içinde yapaysalınız ve (13.000,000) ‘u tek başına kucaklamış.
Bir sürü ümmetçi, Hilafetçi Padişahı Ruy’u Zeminci ve dahi Kavm’i Necib’i Arapçı arasında yapaysalınız, ırkçı olmayan bir idealist TÜRK. Halk Mektepleri, Millet Mektepleri, Ankara Hukuk Fakültesi, Opera, Tiyatro, Müzik ve Tiyatro okulu, Konservatuar.
Devrim süreci, altyapı çalışmalarıyla birlikte tüm hızı ile sürdürülmektedir. İÇ VE DIŞ DÜŞMANLARIN çıkardığı olaylar acımasızca bastırılmıştır. Suikast girişimcileri lâyık oldukları cezalara çarptırılmıştır. Polis aynı polis, Jandarma aynı jandarma, Ordu aynı ordudur. Teşkilat’ı Mahsusa dağıtılmış, 1925 yılında, yeni bir Haber alma örgütü kurulmuştur. Milli Emniyet adı verilen bu yeni örgütün eylemsel olarak hiçbir yetkisi de yoktur. Ne ÇEKA’YA, NE MVD’YE; NE DE NKVD’YE benzememektedir.
DEVRİM, MEVCUT EMNİYET VE ASKERİ TEŞKİLATLARCA KORUNUP, GÖZETLENECEKTİR. Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Yasası’nın ünlü (35)’inci maddesi bile bazı hürriyet âşıklarına(!) çok kalın gelmektedir.
Tüm bu büyük ve köklü işleri yapan adam, Çankaya’da, altında bir salon, bulunan, iki odalı bir bağ evinde oturmaktadır.
ATATÜRK DEVRİMİ, diğer devrimler gibi; gizli polis, ölüm mangaları ve jenositle desteklenen HÜKÜMET KARARNAMELERİYLE yapılmamıştır.
1922yılı’nın Kasım ayı başında; SALTANAT VE HİLAFET birbirlerinden ayrılmış ve Saltanat kaldırılmıştır. Daha sonra da; Halifelik ve Şer’i ye mahkemeleri kaldırılmış, EĞİTİM VE ÖĞRETİM BİRLİĞİ YASASI YÜRÜRLÜĞE SOKULMUŞ, BU YASAYA GÖRE DÜZENLEMELER YAPILMIŞTIR.
1934 Genel seçimlerinde; (18) Kadın milletvekili T.B.M.Meclisine girmiştir.1924 anayasası, doğal hukuka göre düzenlenmiş; (35)’inci maddesine göre: ”Mülkiyet, Türklerin doğal hakkı ,” sayılmıştır. Miras hukuku da düzenlenmiştir.
04 Nisan. 1926 tarihinde kabul edilen Medeni Kanunumuz, 04Ekim. 1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Mecelle ve 1876 anayasası, ekleriyle birlikte, yürürlükten kaldırılmıştır.
Atatürk İlkeleri,1937 senesinde anayasamıza girmiştir.
“Kürsü Anarşisti” diye; ünlenen Profesör Dr.Maurice Düverger, Fransa Cumhurbaşkanları için: ”Seçimle gelen krallar”, deyimini kullanmıştır. O ünlü Maurice Düverger, Ünlü eseri “ Siyasi partiler”, isimli kitabında, Atatürk Türkiye’si için, şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: ”Tek partili Türkiye Cumhuriyetinde, Mustafa Kemal, demokrasiyi hedeflemiştir.” Demiştir.
Sayın Kemal Kara’nın, bir zamanlar, liselerde ders kitabı olarak okutulan “liseler için Atatürk Devrimi”, adlı ders kitabında, Atatürk’ün şöyle bir değerlendirmesi vardı: ”DEMOKRASİ NİÇİN İYİ BİR REJİMDİR? Seçilen Milletvekilleri ve hatta Cumhurbaşkanı hırsız çıkarsa, değiştirme olanakları vardır.” demiştir.
Gel gelelim, günümüzde, HIRSIZLAR, RÜŞVETÇİLER, SAHTEKÂRLAR, SOYGUNCULAR, DOLANDIRICILAR VE ATATÜRK DÜŞMANLARI, KAPAĞI T.B.M.MECLİSİNE ATTIKLARINDA; MEKSİKAYA KAÇAN A.B.D. ‘LERİ SUÇLULARI GİBİ, TERTEMİZ OLARAK MİLLİ İRADEYİ TEMSİL ETMEKTEDİRLER. E.General kazım Karabekir’in ve E. Başbakan Fethi Okyar’ın kurmuş oldukları siyasi partiler, Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’in önerileri ve özendirmeleriyle olmuştur.
Kasım 2004 tarihinde, Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanmış bir makalesi,
Mutlaka okunmalı:
Kişinev’de toplanan uluslar arası bir konferans’ta, ”AZINLIK HAKLARI VE FEDERATİF BİR DEVLETTE BULUNAN ETNİK GRUPLARIN AYRI BİR DEVLET KURUP, KURAMAYACAKLARI, tartışılarak, karara bağlanmıştır.
Bu konferansta, “ETNİK VE DİNİ TEMELLERE DAYANARAK, FEDERE DEVLETLER KURULAMAZ”, kararı alınmıştır.
İsviçre delegelerine, ”kantonların, self determinasyon hakkını kullanarak, ayrı bir devlet kurup, kuramayacakları sorulduğunda, şu yanıt verilmiştir: ”İsviçre’deki Kantonlar, tüm İsviçrelilerin iradeleri ile kurulmuştur. Bir kanton’un birlikten ayrılma kararı, tüm İsviçrelilerin iradeleriyle gerçekleşir.” ”Milli bir uzlaşma ile kurulan bir devletin yapısı, ancak, yeni bir milli uzlaşma ile bozulabilir.
Dünya İnsan hakları konferansı (1993) Viyana bildirgesinde:” Kendi kaderini tayin hakkının”;” eşit haklar “ ilkesine uygun olarak, din ve renk ayırımı gözetmeksizin ülkesine ait bütün insanları temsil eden bir hükümete sahip egemen ve bağımsız bir devletin, ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmen ya da bütüncül biçimde parçalayacak her hangi bir eyleme yetki verilmesi anlamında yorumlanamayacağı belirtilmiştir. Bülent Acar, Ankara barosu dergisi,1995/3,
Fransa’nın bu konudaki yorumu daha katı bir biçimdedir. ”Irk ayrımcılığı reddi: Fransız hukukunun temel ilkelerinden birisidir. Fransız hukuku, Fransız ulusunun birliği ilkesine dayanır ve bu etnik nitelikli farklılığı reddettiği gibi, hiçbir azınlık kavramını da kabul etmez. ”Fransa’nın ECOSOC’TA yayımlattığı 05 Mart.1991 sayılı belgede şöyle yazılmıştır. ”Fransız toprakları üzerinde; özellikle, ırksal, dinsel, dinsel esaslara dayalı grupların varlığını kabul etmez. Fransa’nın bu konudaki kavramları EVRENSEL bir ilkeye dayanır. Fransa Cumhuriyetinin tüm vatandaşlarının yasa önünde eşit olduğu ilkesinden ilham alır. Fransız halkının birliği ve eşitliği etnik kriterlere dayalı farklılıkları ile ilgili tüm savları yok sayar.” Pulat. YTacar, Terör ve Demokrasi, s.206.
Kişinev’de alınan kararlara, etnik grupların kendi iradeleriyle bir yerlere varamayacaklarının, bu konuda genel iradenin somut iradesine değinen kararlara rağmen; Irak’ta ve Ülkemizde oynanan oyunların yorumunu akıl ve vicdan sahiplerine bırakıyorum.
Türkiye Cumhuriyeti ULUSAL KONSENSUS-GENEL KABUL- İLE KURULMUŞTUR. Bu konuyu göz ardı etmek, VATANSEVERLİKLE BAĞDAŞAMAZ. Büyük devletlerin; ULUSLAŞAMAMIŞ TOPLUMLARA YAPTIĞI DEMOKRATİKLEŞME BASKISI İLE ETNİK GRUPLARDAN YENİ ULUSLAR YARATMAK ARZULARININ VE POLİTİKALARININ GEREĞİDİR.
Mustafa Kemal; daha 1919’larda,din, dil, ırk, inanç ve renk farklılıklarını aşarak TÜM İNSANLARIMIZI KUCAKLAMIŞTIR. Irkçılığın yükselişe geçtiği bir dönemde, bu denli ileri görüşlülük yalınızca Mustafa Kemal’e mahsustur. Mustafa Kemal, Erzurum’da ulusal bir kongre topladıktan sonra, Sivas’a geçerek daha geniş kapsamlı bir kongre toplayarak tüm ulusumuzu kucaklamıştır. Daha önceleri, Alaşehir, Balıkesir, Edirne ve ülkemizin her tarafında yapılan kongrelerle de halkımız Mustafa kemal Paşa’yı kucaklamıştır. Asıl ve en önemli kucaklama 22 Haziran. 1919 tarihinde, Amasya’da olmuştur. Amasya Genelgesiyle, GÖKSEL İRADE, YERİNİ BEŞERİ-İNSAN İRADESİNE-İRADEYE BIRAKMIŞTIR. Asırlardır, kurtarıcı beklemeye alıştırılmış Türk Halkı, kurtarıcı olarak beklediklerini de kendisinin kurtaracağını MUSTAFA KEMAL PAŞA SAYESİNDE GÖRMÜŞ VE ÖĞRENMİŞTİR. Mustafa Kemal paşa, ülkemizde var olan farklı grupların hiç birisini öne çıkarmadığı gibi, hiçbir gruba da dayanmamıştır. ”Vatanın ve ulusun birliğini, yine ulusun kendisinin kurtarıp, sağlayacağını dünya’ya ilan etmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın sağladığı uzlaşma ile tüm büyük işler başarıldığı gibi, Avrupa’nın vaatlerine dönüp, bakan da olmamıştır” bu yurdun en gerçek Efendisi, üretken Türk köylüsüdür”, diyerek, boş hayaller uğruna, kemikleri, dünya’nın her tarafına yayılan olan Türk Köylüsünü kucaklamıştır.
Mustafa Kemal’in Türk Ulusunu bir bütün olarak Kucaklaması, asırlık kavgaların ve kinlerin yok olmasına yetmiştir.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcında, Ankara’dan, doğruca Kırşehir’e Alevi dergâhına gider. Alevi dergâhının başkanı, kendisini, şehrin (13;5) kilometre dışında karşılar.
Enver Paşa’yı dergâhın kapısında karşıladığına göre, Padişah’a ve Halife’ye başkaldırmış Asi ve Emekli bir Paşa ‘ya yapılan bu itibar anlamlıdır.
Alevi dergâhı bir bildiri yayımlamıştır. Bu bildiri, ders kitaplarına niçin konmaz! Bildiri, kısaca şöyledir: ”Asrımızın Hz. Âlisi ve Mehdisi Mustafa Kemal Paşadır. O’na yardımcı olmak ve O’nun peşinden gitmek, her Müslüman Türk’e farzdır.”
Mustafa Kemal Paşa; çok hukukçuluğu ve çok sayıdaki farklı mahkemeleri de kaldırarak; ”TEK HUKUKVE TEK YARGILAMA SİSTEMİYLE”, karmakarışık bir güruh olan Osmanlı toplumundan, aynı haklara ve vecibelere tabi bir ulus; TÜRK ULUSU’NU YARATARAK, bu ulusu oluşturan tüm unsurları da kucaklamıştır.
Enver paşa’nın oğlu Ali Enver, Kara Harp Okuluna girerek, Türk ordusunun saflarına subay olarak girdiği gibi, (150)’ liklerden, Eşme Belediye Başkanı’nın oğlu Cemal Madanoğlu da Türk ordusunda korgeneralliğe kadar yükselmiştir.
İzmit’te, Sakallı Nurettin Paşa’nın linç ettirdiği Ali kemal’in Oğlu Zeki Konuralp, Dış İşleri Bakanlığımızın en yetenekli Büyük Elçisi olarak emekliye ayrılmış; O’nun oğlu da, Dış İşleri Bakanlığımızın en başarılı Büyük Elçisi olarak halen görevdedir.
Atatürk Devrimi, bir grubun ve bir zümrenin yararı için yapılmamıştır. İlkeler, birbirlerini kontrol edecek bir şekilde ortaya konulmuştur.
Laiklik ilkesi, tek başına, bir ulusun uygar olmasını sağladığı gibi, İç kavgalarını, Tanrı ve din sömürüsünü ve dahi Ümmet olmayı önlemeye yeter. Gericilerin ve din hokkabazlarının en büyük engeli ve korkulu rüyası bu LAİKLİK KAVRAMIDIR.
Bu ilkeden yoksun olan milletlerin içine düştükleri felaketleri göz ardı eden Sayın R.T.E. ile Sayın Bülent Arınç Beyefendiler: ”LAİKLİK YENİDEN TANIMLANMALI,” DİYE BİR TÜRKÜ TUTTURMUŞLARDI, BİZ BU MASALLARI UNUTMADIK.
O zamanki Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer, bunlara güzel bir yanıt vermişti. Bu yanıtı, 06.Şubat.2007 tarihli Takvim Gazetesinden okuyalım:
“SEZER’DEN, LAİKLİK TAŞI.”
“CUMHURBAŞKANI Ahmet Necdet Sezer. Laiklik ilkesinin Anayasa’ya girişinin 70. Yılı nedeniyle yayınladığı bilgilendirmede, ”laikliğin tanımı yeniden yapılsın” diyen Meclis Başkanı Bülent Arınç’a yanıt vermiştir. Laikliğin. Anayasa ve Anayasa Mahkemesinin kararlarında açık ve net bir biçimde yorumlandığını belirten Sezer, madde gerekçesinden yola çıkılarak, laikliği tanımlamaya çalışmanın ya da “gerekçedeki tanımı benimsemenin” hiçbir geçerliliği olamayacağını, bunun Anayasa ile bağdaşamayacağın” söyledi.
“Şimdi, bana sormak hakkınızı saklı tutuyorum:”- Niçin bu çekişmelere yer veriyorsunuz?” Anlatayım.
Atatürk Devrimi’ne ve ilkelerine topluca bir saldırı vardır. Politikacılar, din bezirgânları, iç ve dış düşmanlarımızla, kuyruk acısı olanlar ve satılık adamlar!’ da eklenmiştir. Bu doğaldır, ihanet duygusu genlerine işleyenlere dur! Diyemezsiniz.
Atatürk Devrimi, kendi iç dinamikleriyle ve Türk ulusunun benliğine yerleşen Çağdaş değerleriyle kendisini savunmaya muktedirdir. Bizler, ”Atatürk Sevgisi,” diyerek, konuyu basite indirgiyoruz.
Nefret’in, Sevgi’ye dönüşmesi nasıl bir olgu ise; Sevgi’nin de gücünü yitirerek, unutulması ve Nefret’e dönüşmesi, psikolojik bir olgudur. Dün çok sevilen bir liderin, başına gelenleri izledik ve izlemekteyiz
Atatürk, Türk Ulusunun yaşam biçimi haline gelmiştir. Kılık ve kıyafetimizde O vardır; düşünce yapımızda ve yaşayışımızda, yine de O vardır. Sosyal yaşantımızda, her türlü ihanet odaklarına karşın, bizler O’nu yaşayıp, O’nu solumaktayız.
Kendi özgür irademizle seçtiğimiz bir yaşam biçimi, irademiz dışında, bize egemen olmuştur. Biz O’nu, O da bizi terk edemez.
MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL NASIL HALKTAN BİRİ OLMUŞSA; BİZLER DE, BİRER MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL OLMUŞUZDUR.
06.Şubat.2007 tarihli Milliyet Gazetesi, laiklik tartışmasını çok ilginç bir şekilde verdi. Sayfa’nın başına, Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer’in, ”70. Yıl uyarısı” başlığını koyduktan sonra; daha büyük harflerle, ”LAİKLİK GÜVENCEDİR.” BAŞLIĞINI KOYDU.
Bunların hangi gün söylediklerinin TAKİYYE olduğunu kestirmek mümkün değildir. Sayın Arınç, o gün için şöyle buyurmuştu: ”Laiklik, vatandaşlarımıza vicdan, dini inanç ve kanaat özgürlükleri konusunda en büyük güvenceyi sağlamıştır.
5. Şubat. 1937 ‘de Anayasa hukukumuza giren laiklik ilkesi ile tüm inançlar teminat altına alınmıştır. Laik düzende herkes, dini inanç ve düşünme özgürlüğüne sahiptir. Bu nedenle, laiklik Türkiye Cumhuriyeti’nin vazgeçilmez ilkeleri arasındadır.”
Sayın R.T.E de, şöyle buyurmuştu: ”BİRLEŞTİRİCİ OLSUN.” Mutlulukla söyleyebilirim ki, milletimiz, cumhuriyetin temel niteliklerini benimsemiş, laiklik gibi hukukun üstünlüğü ilkelerini de içselleştirmiştir. Bütün diğer kurumlarıyla, cumhuriyetimizin de, demokrasimizin de, en büyük güvencesi, işte bu itibarla aziz milletimizdir. Anayasamızda yer almasının 70. Yıldönümünde, bugün laiklik ilkesinin, farklı inanç ve yaşam biçimleri için özgürleştirici bir güvence olarak ne kadar hayati öneme sahip olduğunu çok daha görüyoruz. Laikliği, ayrıştırıcı değil, birleştirici bir ilke olarak yaşatıp, gelecek kuşaklara taşımalıyız.”
Zannedersem, Profesör dr. Maurice Düverger söylemiş: ”POLİTİKACI, GELECEK SEÇİMLERİ DÜŞÜNÜR. DEVLET ADAMI DA, BİR ULUSUN GELECEĞİNİ, YARINLARINI DÜŞÜNÜR.”
Attıkları oyları, milli irade sayılan, evlerinde bir tas çorba kaynatmaktan mahrum bırakılıp, İFTAR ÇADIRLARININ DMİRBAŞI YAPILAN, KENDİLERİNİ BU HALLERE DÜŞÜRENLERİ BAŞTACI YAPAN, MİDESİNİ VE DAHİ TAKIM TAKLAVATINI DÜŞÜNEN KALABALIKLAR DA, BİR KİLO BULGURU, BİR KİLO NOHUDU DÜŞÜNÜRLER.
Sayın Bülent Arınç: ”Anayasamızın ikinci maddesine atıfta bulunarak: ”hiçbir zaman dinsizlik anlamına gelmeyen laiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi, ibadetini yapabilmesi ve dini inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı bir muameleye tabi kılınmaması anlamına gelir. Laikliğin tanımı dendiği zaman ben bunu anlıyorum.” demiştir.
Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer de: ”Laiklik, Türkiye’nin ümmetçilikten ulusçuluğa, kulluktan yurttaşlığa, bağnazlıktan çağdaşlığa yönelişini simgeler.” dedikten sonra, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilemez ilkeleri arasında yerini aldığını “, vurgulamıştır
23.Aralık.2003 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde; Fransa’nın Eski Cumhurbaşkanlarından Sayın Bay Jacgue Chirac’ın laiklik ilkesi ürerine yapmış olduğu konuşması, tam metin olarak, birinci sayfa’da yayımlandı. ”LAİKLİK’İN SINIRLARI DEĞİŞTİRİLEMEZ”.
“Kamusal alanda, türban’ın yasaklanmasını destekleyen Chirac: ”Laiklik, cumhuriyetçi kimliğimizin merkezinde yer almaktadır. Artık, laikliğin sınırlarını değiştirmek söz konusu olamaz demiştir. 11
Hasan Pulur;2 4. Ocak.2002 tarihli Milliyet’teki köşesinde, ”Böyle diyenler de var,” başlığı altında, çok ilginç bir yazı yayımlamıştır:
“Ünlü Fransız Gazeteci Piyer Lazeref, İkinci Cihan Savaşı öncesinin Fransa’sını anlatır: ”1919’a kadar, Fransızlar, cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra, onları cumhuriyet’ten iğrendirerek uzaklaştırmak ve yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak ayıbına girişildi. Dışarıdan, düşmanların yönettikleri oyun, ince ve şeytancaydı. Fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün çekemezler ve alçaklar katıldılar. ”Peki, kimdir bunlar, Lazeref’in sıraladıkları ve Lazeref’in tanımına uyan isimler, her ülke ‘de fazlasıyla vardır. Bunları bulup, çıkarmak satılmayan kalemlerin işidir. İnsan hakları, demokrasi, halkın istek ve arzusu! Bir sürü alçak politikacı ve çıkarcının arkasına sığındığı deyimlerdir.
Türkiye devleti, cumhuriyetle yönetilen, demokrasi ile de kurumlaşan ve teşkilatlanan bir rejime sahiptir. Demokrasi masalları ve yabancıların öğütleriyle cumhuriyet’e saldırılamaz. Bakınız, 3.Ekim 2001-4709/3maddesi ile değiştirilen Anayasamızın 14’üncü maddesi ne diyor: ”Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmaya ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı, amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz. Anayasa hükümlerinden hiç biri; Devlete veya kişilere, anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir. ”cepte kullanılmak üzere hazırlanmış bir anayasa kitapçığının ön sözünü, Sayın Yekta Güngör Özden yazmış: ”Devletler, bilimsel tanımıyla, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insanlık ve hukuk kurumudur. Anayasa, devletin yükümlülüklerini, özgürlüklerini güvenceye bağlayan temel hukuk belgesidir. Demokratik, laik ve sosyal hukuk devletini, tüm çağdaş nitelikleriyle gerçekleştirme çabasının kaynağı ve dayanağıdır. Devletin tekliğini, ülkenin tüm’lüğünü, ulusun bir’liğini ödünsüz korumak bilinciyle.”Bu şu demektir. Bir Ümmetten bir Ulus, Cariyeden Hanımefendi, Kul ve Köle sıfatlı bir Tebaa Erkeğinden Hür bir Beyefendi Yurttaş yaratan Atatürk’ü, O insanların kucaklaması demektir. Kim ne masal anlatırsa anlatsın; Gazi Mustafa kemal Atatürk’ün Türk Ulusunun tüm bireylerini ve inanç gruplarını kucaklayan devrimini ve İlkelerini; Anayasamız, yasalarımız tüm kurum ve kuruluşlarımız ve çağdaş yaşantımız kucaklamıştır.” Anayasa,1961.154.1982.174 maddeleri.”
14.Şubat.2007 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde, Profesör Dr. Suna Kili’nin “Ulusçuluk”, başlığı altında çok ilginç bir makalesi yayımlanmıştır: ”Ulusçuluk, ulus devlet kurma, ulusal siyaset gütme, çağdaşlaşmanın ön koşuludur. Batı ülkeleri de, çağdaşlaşma çabalarında geleneksel toplumdan, çağdaş topluma geçerken. Uluslaşma, ulus devlet kurna çabasına girmiştir. Unutmamak gerekir ki, bir toplum, çağdaş toplum, bir çağdaş devlet olarak yaşamak istiyorsa; onun siyasi kurumları ve çalışmaları bu gereklere uymak zorundadır…
Osmanlı İmparatorluğu yerine, ulusal Türk devleti, Osmanlılık yerine ulusçuluk, ümmetçilik yerine ulus, dincilik yerine laiklik, benimsenmiş ve gerçekleştirilmiştir. Atatürk Devrimi’nin amacı ulusal Türk devletini kurmak ve çağdaşlaştırmaktır.
Altı ilke de, bu devrimi yönlendiren değerler sistemidir… Atatürk, ulusal kimlik bilincini, yaşanmış ve yaşanmakta olan ” ortak tarih”, ”ortak kültür” ve “Türk milleti mensubiyetine” dayandırmıştır.” Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı, ”hukuki bir kimliktir”. Anayasa’nın 3’üncü maddesi; Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür,” diyor. Anayasa’nın 66’ıncı maddesi: ”Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ”, diyor.
Sayın Ahmet Necdet Sezer’in, 1 Ocak. 2006 tarihli yeni yıl mesajında, Anayasamızda yer alan ilkelerin ışığında, şöyle diyorlar: ”Kurucu öğe olarak, tek devlet, tek ülke ve tek ulus söz konusudur; bu öğelerden ve tek dil, tek bayrak ülküsünden vazgeçemeyiz.
Atatürk, “Ne Mutlu Türküm Diyene “demiştir. Ne mutlu Türk olana dememiştir. Bu, ırkçılıktan uzak, birleştirici, bütünleştirici, çağdaş ulusal kimlik bilinci anlayışıdır.
Dil devrimini uygularken, Atatürk’ün seçtiği yardımcılarından biri, Ermeni kökenli, Türk Yurttaşı, Agop Dilaçar'dır. Agop Dilaçar, vefat ettiği 1979 yılına kadar, Türk dil Kurumunda çalışmalarını sürdürmüş ve Cumhuriyetin 50’inci yıldönümü için, ”Kutadgu Bilig” başlıklı kitabını hazırlamıştır…
Örneğin, Fransa’da tek ulus anlayışı, anayasal güvence altındadır Avrupa Konseyi’nin Irkçılık ve Ayrımcılıkla. Mücadele Komitesi’nin (ECRİ), Fransa’dan etnik kökene dayalı istatistik istemine, Fransız hükümeti, Şubat.2005’te, özetle şöyle bir yanıt vermiştir.” Azınlık kavramı, bölünmezlik ve birlik ilkesine aykırıdır. Fransa, bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Etnik köken, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın, tüm vatandaşlar yasalar gücünde eşittir. Azınlık kavramı, Fransız hukukuna yabancıdır…”Oysa Fransa dâhil, aynı batılı ülkeler, azınlıklar anlayışı ile ülkemizi bölmeye çalışmaktadırlar.
Bu konuyu, uzun, uzun niçin mi yazıyorum? Mustafa Kemal Atatürk’ün; karmakarışık bir renk ve inanç topluluğundan yarattığı TEK ULUS, TEK BAYRAK, TEK DİL VE TEK VATAN İLKELERİYLE KURDUĞU CUMHURİYETE YÖNELTİLEN SALDIRILARIN İHANETİNİ VURGULAMAK İSTİYORUM. Bu sistemi, aynı çizgiler doğrultusunda nasıl koruyup geliştireceğimizi anlatmak istiyorum.
Gazi Mustafa kemal Atatürk, BİLİM VE AKLA DAYALIDEVRİMİYLE, TÜM İNSANLIĞI NASIL KUCAKLAMIŞSA, BİZİM DE BİLİM VE AKLA DAYALI OLARAKATATÜRK DEVRİMİNE SARILMAMIZ GEREKMEKTEDİR. Türk politikacıları ve Türk milleti de, Atatürk’ü VE DEVRİMİNİ ÖĞRENMELİDİR.
Merhum İsmet İnönü; Gazi Mustafa kemal’in ölümü üzerine yayımladığı bildiride, O’nun için: ”İNSANLIK İDEALİNİN ÂŞIK VE MÜMTAZ TEMSİLCİSİ, EŞSİZ, KAHRAMAN ATATÜRK”, demişti.
TRT: Televizyonunda, bir Türk Profesör ile söyleşi yapan, Genç bir Rus Profesör: “Atatürk’ün, Yurt’ta sulh, Cihan’da da sulh “, özdeyişi, 21’inci yüzyıla yön verecektir. Uluslararası çalışmalar, bu özdeyiş doğrultusundadır”, demiştir.
Bakınız O, bize ve insanlığa yön verecek mirasını nasıl açıklamıştı:
“MANEVİ MİRASIM AKIL VE BİLİMDİR.”
“BEN, MANEVİ MİRAS OLARAK HİÇ BİR AYET, HİÇ BİR DOGMA, HİÇ BİR DONMUŞ VE KALIPLAŞMIŞ KURAL BIRAKMIYORUM. BENİM MANEVİ MİRASIM, BİLİM VE AKIDIR. ZAMAN SÜRATLE İLERLİYOR, MİLLETLERİN, TOPLUMLARIN, KİŞİLERİN MUTLULUK VE MUTSUZLUK ANLAYIŞLARI BİLE DEĞİŞİYOR. BÖYLE BİR DÜNYA’DA, GELİŞİMİNİ İNKÂR ETMEK OLUR. BENİM, TÜRK MİLLETİ İÇİN YAPMAKİSTEDİKLERİM VE BAŞARMAYA ÇALIŞTIKLARIM ORTADADIR. BENDEN SONRA, BENİ BENİMSEMEK İSTEYENLER, BU TEMEL EKSEN ÜZERİNDEKİ AKIL VE İLMİN REHBERLİĞİNİ KABUL EDERLERSE, MANEVİ MİRASÇIM OLURLAR.” MUSTAFA KEMAL.
“1937 senesinde, Ankara’yı ziyaret eden Romanya’nın Dış İşleri Bakanı Antenescu’ya, Ankara palas’ta şöyle demiştir: ”Bugün, bütün dünya milletleri, aşağı- yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla, insan mensup olduğu milletin varlığını ve saadetini düşündüğü kadar, BÜTÜN CİHAN MİLLETLERİNİN HUZUR VE REFAHINI DÜŞÜNMELİ… Dünya’da ve dünya milletleri arasında SÜKÛN, DÜRÜSTLÜK VE İYİ GEÇİM OLMAZSA, bir millet kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. Onun için, sevdiklerime ben, şunu tavsiye ederim. Milletleri sevk ve idare eden adamlar; tabii ilkin kendi milletlerinin varlık ve mutluluğunu isterler. Fakat aynı zamanda, BÜTÜN MİLLETLER İÇİN AYNI ŞEYİ İSTEMELİDİRLER. Bütün dünya olayları, bize, bu durumu açıktan açığa ispat eder; en uzakta zannettiğimiz bir olayın bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için, insanlığın hepsini bir vücut ve her milleti bunun bir uzvu saymak icap eder, bir vücudun parmağının ucundaki acıdan, diğer bütün organlar etkilenir. Dünya’nın filan yerinde bir rahatsızlık var ise, bundan bana ne dememeliyiz; böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla meşgul olmalıyız. Bu olay, ne kadar uzakta olursa olsun, bu esastan şaşmamak lâzımdır. İşte bu DÜŞÜNÜŞ, İNSANLARI, MİLLETLERİ VE HÜKÜMETLERİ BENCİLLİKTEN KURTARIR, bencillik, şahsi olsun, milli olsun daima fena telâkki edilmelidir. O halde, konuştuklarımdan şu neticeyi çıkaracağım; tabii olarak kendimiz için bütün gereken şeyleri düşüneceğiz ve icabını yapacağız. Fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız. Bir devlet ve milleti idare vaziyetinde bulunanların daima göz önünde tutmaları lâzım gelen mesele budur.” (21)
Sorbon’da, Yunus Emre için: ” Tüm çağların en büyük filozof halk ozanı”, diyerek, Koca Yunus’un tanıtıldığına tanık olmuştum. O: ”TANRI’DAN, KENDİN İÇİN NE DİLERSEN/GAYRA DA O GÖZLE BAKMALI”. DEMİŞTİR. AYNI ÇAĞDA YAŞAYAN Mevlana da; her dinden, her milletten, her renkten ve her karakterde olan tüm insanlara seslenmişti: GEL! YİNE DE GEL! NE OLURSAN OL, YİNE DE GEL! DİYE. Koca Yunus ondan geri kalır mıydı hiç? O daha yükseklerden ses vermişti: ”YETMİŞİKİ MİLLETİ BİR KABUL ETMEYENLER/ERMİŞ OLSALAR DAHİ KÂFİRDİR.” Onlardan sonra gelen ve Serez’de asılarak öldürülen Simavnalı Şeyh Bedrettin, konuya daha yüksek bir boyuttan bakmıştır: ”Yahudi sini, Müslüman’ını ve Hristiyanını, cümle insanları Tanrı eşit olarak yaratmıştır. Peygamberler ve din büyükleri bunların arasına nifak sokmuştur.”
Mareşal Gazi Mustafa kemal, çok daha yükseklerden, bir insan yüreği ve bir dahi beyninden bakmıştır.
24 nisan1934 tarihinde, Çanakkale muharebelerinin yıl dönümü için gelecek olan Yeni Zelandalı, Avustralyalı ve İngiliz ziyaretçileri için okunacak söylevi, İç işleri Bakanı Şükrü Kaya’ya bizzat yazdırmıştır:
“BU MEMLEKETİN TOPRAKLARI ÜSTÜNDE KANLARINI DÖKEN KAHRAMANLAR! BURADA BİR DOST VATANIN TOPRAĞINDASINIZ. HUZUR VE SÜKÛN İÇİNDE UYUYUNUZ. SİZLER, MEHMETÇİKLERLE, YAN, YANA VE KOYUN KOYUNASINIZ. UZAK DİYARLARDAN EVLATLARINI HARBE GÖNDEREN ANALAR! GÖZYAŞLARINIZI DİNDİRİNİZ. EVLATLARINIZ BİZİM BAĞRIMIZDADIR. HUZUR İÇİNDEDİRLER VE HUZUR İÇİNDE RAHAT UYUYACAKLARDIR. ONLAR, BU TOPRAKLARDA CANLARINI VERDİKTEN SONRA, ARTIK BİZİM EVLATLARIMIZ OLMUŞLARDIR.”(22)
Mareşal Gazi Mustafa kemal, 19.Ocak.1923 tarihinde, İzmit’te, İzmit sinemasında İzmitlilere güzel bir konuşma yapmıştır: ”İnsanlar, huzur ile vicdan özgürlüğü ile çalışmak ihtiyacındadır. Bu ise Efendiler, toplumu yöneten devlette ve hükümette, adaletin mutlak egemen olmasıyla mümkündür. Bir memlekette, adalet olmazsa, o memlekette anarşiden başka şey yoktur. Orada, hiçbir şeyde yoktur. Adalet, yasaklarla yürütülür(21)…”
Seçimle iktidarı ele geçirenler, öncelikle, devlete ait kurum ve kuruluşları ele geçirip, sonra da devleti ele geçirmektedirler. Bunun için, dipte ve derinde, çok ciddi savaşlar yapıldığı bir olgudur. İktidar sahiplerine dert yananlar, aç olduklarını söyleyenler suçlanırken, Atatürk’e edilen küfürler ve iftiralar, fikir ve dahi düşünce özgürlüğü kapsamına, hürriyeti kapsamına alınmaktadır. O büyük insanı, çağındaki liderlerle de karşılaştıran yoktur.
Büyük ağaçların gölgesinde ot bitmeyeceğini bilmeyen çalılar. O ulu ağaca sövmektedirler.
“Türk, İslami kabul ettikten sonra; Selçuklu ve Osnanlı dönemlerinde, Allah ve Peygamber uğruna kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş. Sonu alçaklık olan, esaret olan aşağılık bir hedefe sürüklenmiştir.” diyen Mareşal Gazi Mustafa Kemal ne mi yapmış? Tanrıyı, dini ve onun peygamberini, ibadeti ve Kuran’ı Kerim’i yasak mı etmiştir? Camileri, kiliseleri ve havraları mı kapattırmıştır? Türk milletini sonu alçaklık ve esaret olan bir yola sürükleyen hastalığın nedenlerini belirleyip, o hastalıktan kurtulma yollarını göstermiştir. Din, sosyal bir olgudur, bireysel ve toplumsaldır. Dinin, sosyal düzen kurallarındaki yeri değiştirilmiş, aklın kuralları öne çıkarılmış; esareti ve kulluğu kader sayan zihniyet ortadan kaldırılmıştır. O Büyük insan, dinlere musallat olan hastalıkları, aklın neşteriyle temizlemiştir.
O, 1925 senesinde; Balıkesir Paşa Camisinde minbere çıkarak:” daha çok Müslüman olunuz; ananızın, babanızın dizinde öğrendiğiniz gibi Müslüman olunuz”, demedi mi? Dini ve kutsal din duygularını kullanarak halkımızın beynini ve aklını dondurup, onları sömürenler ölürler, Bu sosyal hastalığımız devam ettiği sürece, devirler değişse de, ölen sömürgenlerin yerlerine dış destekli, aşağılık sömürücüler gelirler. Bu sahtekârlar, dinlerini iyi bilmeyen halkımızın baş tacı olurlar.
İngilizlerin kışkırtması üzerine, yunanlılara Anadolu felaketini yaşatan Elefteriyos Venizelos, 9. Eylül.1934 tarihinde, Nobel Ödül Komitesine bir mektup yazarak, Nobel Barış ödülünün Mustafa Kemal Atatürk’e verilmesini tavsiye etmiştir Bu mektup, 20.Mayıs.1981 tarihinde, Sayın Özgen Acar tarafından, Milliyet Gazetesinde yayımlanmıştır. Bendeniz, bu mektubu, ”Türkiye Cumhuriyeti’nin İç ve Dış Politikaları”, başlıklı yazımda kullandığım için, burada yayımlamayacağım.
Anne ve baba, nasıl çocuklarında yaşarlarsa, yaratıcı insanlar da, yarattıkları eserlerinde yaşarlar. Koca Mimar Sinan, yarattığı camilerinde, köprülerinde ve türbelerinde yaşamaktadır. Mişel Anjelo, Davut heykelinde; Leonardo da Vinci de, Lajakont adlı tablosunda ve icatlarında yaşamaktadır.
Kadınlarımızı Cariyelikten Hanımefendiliğe; Erkeklerimizi kulluktan ve Tebaalıktan beyefendiliğe, her iki cinsi de özgür yurttaş haline getiren Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk te, yarattığı bu eserlerinde ve insanlık âlemi ile aynı değerlere sahip, Demokratik, laik ve Sosyal Hukuk Devleti olan, Türkiye Cumhuriyetinde yaşamaktadır.
İşte O, aklı, bilimi, tüm insani değerleri, tüm insanları ayırt etmeden, somut bir biçimde kucakladığı için, 13Kasım.1938’de, Beyoğlu’ndaki ve tüm Türkiye’mizdeki görüntü ortaya konulmuştur.


KAYNAKÇA.
Sıra No. Yazarın adı Kitabın adı.
1- Nail Güreli, gür yay.-------Atatürk’ten sonra Atatürk,
2- Vatan Gazetesi,----------”Atatürk’ün Anlatımıyla, Kurtuluş Savaşı,4 cilt,
3- Williyams-Shirer----------Nazi İmparatorluğu,4cilt
4- Victor Andriyeviç Krevçenko----Hürriyeti Seçtim,1949 basımı,
5- Paul Carrell------------------------Barbarossa harekâtı.3cilt,
6- Mareşal Semyon Mihailoviç Shtemonko’nun Anıları,
7- Prof.dr. Süleyman Ateş’in ------Milliyet yay. Sorularla Kuran’ı Kerim,
8- İslam Ans. C.5.---------Yahudi kavimlerin felaketleri,
9- Prof.Dr. İlhan Arsel -----Arap Milliyetçiliği ve Türkler,
10- Şakir Keçeli-------------Şeriat Nedir? Ertuğrul Aydın----Nasıl Müslüman Olduk?
11- Besim Atalay-----------Türk Dili ile İbadet,
12- Prof.dr. Andrew Mango--------- Çağımızda Atatürk, Makale ve Konferans,
13- Prof.Dr. Maurice Duverger,----------Siyasi Partiler,
14- Takvim Gazetesi,06Şubat.2007,
15- Milliyet gazetesi,06Şubat.2007,
16- Turgut Özakman-------------Şu Çılgın Türkler,
17- Türkmen Parlak, Yunan Ege’ye Nasıl Geldi? Yunan Ege’den Nasıl gitti?
18- İsaac Deutseher, ---------------------Troçki, 3cilt,
19- Yener Yay.----------------Birinci Dünya Savaşı, c.3,s.928,
20- Cumhuriyet Gazetesi------------28Mayıs.2003,
21- Ender- Mehmet Tiftikçi--------Atatürk ve Hukuk,22-Erol Mütercimler—Gelibolu-1915.

İzleyiciler

Blog Arşivi